15 Ekim 2017 Pazar

KAFALAR MI KARIŞIK!

Malumunuz yazma bozma tahtasına dönen eğitim sistemimiz, eğitimde  yeni eğilimler ve yeni terimler kazandırdı.

Teog öğretmeni diye bir dal oluşmuş,hafta sonu duydum. Bu öğretmenler normal ders anlatımından ziyade çocuklara sadece sınava yönelik test eğitimi veriyorlarmış. Teog ile birlikte gitti yılların tecrübesi, şimdi  "normal ders anlatma teknikleri"ni öğrenmek zorunda kalacaklar.

Eğitim sistemimizin getirdiği en önemli eğilimlerden birisi de özel okulda çocuk okutmak.  Aslında eğilim demek yanlış olabilir zira okul yetersizliğinden dolayı bir çoğumuz bu eğilimi göstermek zorundayız.

Eğitim gibi bir milletin geleceğini etkileyecek en önemli konuyu deneme yanılma yöntemi ile deneyimleyen sevgili hükumetimiz ise devlet okullarını eğitim verebilecek konuma getirmek yerine, özel eğitim teşviki vererek, özel okula para akıtmak zorunda olan biz zavallı velilere o kutsal ve yardımsever elini uzatmaktadır. Minnettarız.

Benim bir türlü kafamda oturtamadığım bir konu ise şu an ki hükumetin seçmeninin çocuklarını özel okula göndermesidir.

Çocuklarımızı devlet okulundan bir ya da iki tık daha iyi olan özel okullara gönderme sebebimiz ya daha az mevcutlu sınıflarda eğitim almalarını  ya da yabancı dil eğitimlerini daha iyi almalarını istememiz değil midir? Özel okulların bu kadar çoğalmasının sebebi ise devlet okullarının bu isteklerimizi karşılayamaması değil midir? O zaman devlet okullarının yetersizliğinin de biz zavallı velilerin ceplerini yaktığı da doğru değil midir?

Yaklaşık üçyüzbin nüfuslu Güngören ilçesinde devlete ait altı adet ortaokul bulunmasına karşın, sekiz adet imam hatip ortaokulu mevcutmuş. Normal ortaokullarda sınıf mevcutları elli ve üzerindeyken, imam hatip ortaokulları yeterli öğrenciye sahip değillermiş hatta belediyenin imam hatip reklamlarını her yerde görmek mevcutmuş.

Aynı Güngören'de on adet özel ortaokul bulunmaktaymış ve bu okulların da kontenjanları doluymuş.

Yine aynı Güngören'de, eğitim sistemi ile sürekli oynayan  hükumetteki partinin oy oranı yüzde ellidörtmüş.

Bu ilçede imam hatipler öğrenci sıkıntısı çekip, devlet okulları dolup taşıp ve her sene yeni özel okullar açılıyorsa, düz mantıkla Güngören ilçesinde yaşayan vatandaşların eğitim sisteminden memnun olmadığını söyleyebiliriz.

Ama eğitim sistemini beğenmediği ve çocuğunu okullarına gönderemediği, bedava normal bir eğitim hakkını elinden alan hükumete oy oranı yüzde ellidörtmüş.

Bu yüzde ellidört;

Hükumet ile eğitim sisteminin bağlantısını kuramıyor olabilir mi?

Ne yaparsa yapsın, yanındayız bizi düşünme,  biz nasılsa başımızın çaresine bir şekilde bakarız mı diyor?

O kadar yol yaptı,  eğitimi de varsın yapamasın mı diyor?

Ben cevabı bulamadım, bu yuzde ellidördü çözemedim.

Belki de daha basittir, sadece kafaları karışıktır.


8 Eylül 2017 Cuma

NANKÖRLÜK


Evvel zaman içinde, günlerden bir gün  Kopenhag'a gitmiştim. 

Şehir, uçak inerken yukarıdan ne kadar güzel olduğunu belli eden cinsten olsa da hayatımda ilk defa denize bu kadar alçalarak  iniş yaşadım ve deniz fobim nedeni ile yine hayatımda ilk defa bir uçağın içinde korktum. Neyse ki, tekerleklerin karaya değmesiyle, rahat bir nefes alarak, mutlu mesut havaalanından çıktım. 

Sıradaki taksiye bindim ve biner binmez hani bazen bir anlık kafa karışır ve ben neredeyim, ne yapıyorum saçmalaması yaşarsınız ya, işte onu yaşadım. 

Takside son ses Kuran okunuyor. 

Nazikçe teybin sesini kısmasını rica ettim. Şoför biraz homurdanarak sesi kıstı. Yolumuza devam ederken, taksici ile doğal olarak sohbet etmeye başladık. Şoför Bosnalıymış, otuz yıldır Kopenhag'da yaşıyormuş. Hasbelkader bir şekilde buraya gelmiş, ufak ufak şoförlükle başlamış, sonra taksiler almış, kızları varmış, hepsi üniversite okumuş, doktor olmuş, yönetici olmuş. Memlekette koca bir ev yaptırmış, yazları gidiyormuş. Velhasıl kendisi Kopenhag'da çalışmış, etinden sütünden faydalanmış. 

Gelgelim yol boyunca Danimarka'ya etmediği küfür, okumadı bela kalmadı. 

Müslüman olmadıkları için ve malum Muhammed karikatürleri sebebi ile. 

Geçen ay üç boyutlu  çizimler yapan kendi ülkesinde aslında mimar olan, burada konfeksiyonlarda çalışan bir Suriyeli çocuk ile tanıştım.
Birsüre bize dışarından destek verdi. Ofise geldiğinde zaten  çok nazik olan ekip, Ahmad'a daha da nazik davranmaya özen gösterdi. 

Ahmad, Türkçe yok denecek kadar az bilmekle birlikte, İngilizce de bilmiyordu.  Bir şekilde ofiste Arapça bilen arkadaş yardımı ile meramımızı anlatmaya çalışıyorduk. 
Bir gün bir sohbet sırasında tam iki senedir Türkiye'de olduğunu öğrendim. 
Ahmad iki senedir Türkiye'de, burada çalışıyor, burada yaşıyor ama Türkçe anlayamıyor, konuşamıyor ve Türkçe öğrenmek için hiç bir çabası yok. 

Neden?

Çünkü burayı sevmediğini, ülkesini çok özlediğini söylüyor. 
Ahmad Halepli, Allah kimseyi yersiz yurtsuz bırakmasın.  
Ailesi hala Halep'te yaşıyor. 
Yani o da Halep'te yaşayabilir.
Ama o güvenlik nedeni ile, kazanç nedeni ile, gelecek nedeni ile burada yaşamayı tercih ediyor.
Ama burayı sevmiyor, dilini öğrenmeyi reddediyor.
Ama buradan ekmek yiyor.

Buna çok bezer şeyleri bizim Almanya'da yaşayan milletimiz de yapıyor. Hem orada refah içinde yaşıyorlar hem de sürekli küfür ediyorlar.

Biz de böyle giderse kendi memleketimizde, bizlerin vergileri ile yaşayan "misafirlerden" daha çok küfür yeriz. 

Maalesef nankörlük çok yaygın bir hastalık.

İnsanlar nankör.

Toprağa, dünyaya, doğaya, suya, insana, hayvana, kendisine, Tanrı'ya nankör.

Balsac'ın da dediği gibi "İnsanlara, kendilerini nankörlüğe mecbur edecek kadar büyük hizmetlerde bulunmayınız" Çünkü "Toprak, nankör bir adamdan daha kötü bir şey yetiştirmez"











  

4 Eylül 2017 Pazartesi

RAZI OLMAK


Her geçen gün daha da inanılmaz haberler okuyoruz ve okuduğumuza inanamıyoruz.
Çoğu zaman bu ülkede kafası çalışan insanları delirtmek, etkisizleştirmek ve duyarsızlaştırmak için psikolojik bir uygulamaya maruz kaldığımızı ve yakında hepimizin biat eden, sorgulamayan insanlar haline geleceğimize inanıyorum.

Kafam hala çalışırken, insanları anlamaya çalışıyorum ve özellikle oyunu hükümetteki partiden yana kullanan ve mitinglerinde kendinden geçen kişilere detaya girmeden çok basit ve herkesin bildiği konular üzerinden sormak istiyorum; nedir bu razı olma durumu?

Ensest ilişkiler, çocuk istismarı, kadın cinayetleri almış başını gitmiş ama siz  razısınız!

Reisinizin ve tüm adamlarının büyük hırsızlıklar yaptıkları ortaya çıkmış ama siz  razısınız!

Yanlış politikalar nedeni ile ülke toptan mülteci kampına dönmüş ama siz  razısınız!

Alım gücümüz her geçen gün azalmış, fakirleşmişiz ama siz razısınız!

Şehide "Kelle" denmiş, vatandaşa "Ananı da al git" denmiş, korumalar adam dövmüş ama siz razısınız!

Hükümet bir cemaate ne istediyse vermiş, siz razı olmuşsunuz!

O cemaat terör örgütü çıkmış, başımıza türlü belalar açmış, hükümet kandırıldık demiş, siz yine razısınız!

Darbe girişimi olmuş, Cumhurbaşkanı sokağa çıkın demiş, nerede asker, nerede polis dememişsiniz, çıkmışsınız, ölmüşsünüz, buna da razı olmuşsunuz!

Bir cemaatten başımız bu kadar yanmışken, başka cemaatler söz sahibi olmaya başlamış, cemaatleşme artmış, razısınız!

Birileri çıkmış, Atatürk'ü suçlamış, hakaretler etmiş,  razısınız!

Hükümetin önde gelenleri sürekli zenginleşmiş, "nasıl oluyor" dememişsiniz, yine razısınız!

Bir kör cahil çıkmış, M.Ö Pisagor'dan beri bilinen Dünya'nın yuvarlak şeklini inkar etmiş ve bunu ciddi ciddi savunan bir makale yazmış, "bunların amacı ne" dememişsiniz, razı olmuşsunuz!

Tarım bitmiş, turizm bitmiş, ekonomi çökmüş, dış borç artmış, dış ilişkiler bozulmuş, içeride terör artmış. "Dur artık, yönetemiyorsun" dememişsiniz, bunlara da razı gelmişsiniz!

Ülke savaş yeri olmuş, komşumuzdan korkar olmuşuz, razısınız!

Kadın erkeğin kölesidir demişler, sorgulamamışsınız, açıp okumamışsınız, razı gelmişsiniz!

Eğitim yerlerde, siz bile çocuğunuzun eğitiminden şüphe eder olmuşsunuz, iyi bir lise okusun diye kredilerle çocuk okutmuşsunuz ama bunu da sorgulamamışsınız, razı gelmişsiniz!

Kendi ürettiğimiz her şeyi üretemez, ithal eder hale gelmişiz ama siz ithal ürün yemekten de razısınız!

Samanı bile ithal eden, dışa bağımlı bir ülke haline getirilmişiz,vardır bir bildikleri demiş yine razı olmuşsunuz!

15 yılda Türkiye en az 150 yıl geriye götürülmüş, razı gelmişsiniz!

Her şeye razısınız.

Bir teyzenin videosunu izlemiştim. Teyzenin oğlu asgari okulda öğrenciymiş ve 15 Temmuz'dan sonra hapse girmiş. Teyze anlatıyor ve ağlıyor " Cumhurbaşkanım, ben seni çok severdim, hep sana oy verdim ama benim oğlum suçsuz, kapına geldim benimle görüşmedin, sana küstüm, artık seni sevmiyorum"

Kendi çocuğu değil de komşunun çocuğu hapiste olsa bu teyze böyle isyan mı edecekti yoksa razı mı olacaktı?

Neden her şeye razısınız?

Yapılanların ucu size dokununca da razı olacak mısınız?








27 Ağustos 2017 Pazar

EĞİTİM İLE EĞİTİMSİZLEŞTİRMEK

Bir topluma hükmetmenin en kolay yolu, onu eğitimden mahrum bırakmaktır, ezberci, düşünmeyen, sorgulamayan toplumlar yaratmaktır.

Hepimiz eğitim sisteminin perişan edildiğini,  eğitimsizleştirildiğini haykırıp duruyoruz. Müfredatlarda değişen maddeleri yazıp çizip, isyan ediyoruz.

Son bir haftada okul araştırırken Türkiye'de eğitim sisteminin geldiği hal, umut dolu düşüncelerime yeniden gölge düşürdü.

Bu sene yedinci sınıfa gidecek olan ve eğitimini bir özel okulda sürdürmekte olan oğlumun okulunu değiştirmemiz gerekti.

Yoğun bir şekilde okul araştırmalarına başladık ve her gün kafamızın daha da karışması ile işimiz zorlaştı.

Neredeyse devlet okullarından sayıları fazla olan özel okullar aynı hastaneler gibi A, B, C gibi sınıflandırılmışlar. Fiyatı yıllık 40- 50 bin arası olanlar, 30-40 bin arası olanlar, 20-30 bin arası olanlar, 10-20 bin arası olanlar. Her bütçeye uygun okul bulunabiliyor neredeyse.

Okulu arayıp bilgi aldıktan sonra, kampanya satan bankalar, telefon operatörleri gibi sürekli aranıyorsunuz.  

Okulla görüşmeye gider gitmez, karşınızdakinin ilk anlatmaya başladığı şey İngilizce ders saatleri ve  TEOG paket programı oluyor, çünkü insanların özel okuldan beklediği en önemli şeyler bunlar olmuş.

Ortaokulda yedinci ve sekizinci sınıflar için özel okullarda yer bulabilmek çok zor, çünkü insanlar TEOG belası nedeni ile çocuklarını bu sınıflarda devlet okullarından alıp, özel okullara veriyorlarmış.

Ne kadar acı ki, devletin kendi okulunda verdiği eğitim, kendi düzenlediği sınav için yeterli değil ve imkanı olmayanlar bile yemeyip, okutmaya çalışıyor. Özel okullar ise etütlerle, cumartesi okul günleri ile çocukları bu sınava hazırlamaya çalışıyorlar.

Eğitim olmuş bir sınav hazırlık süreci!

Bazı okulların büyük bir övgü ile bahsettikleri eğitim sistemleri ise tüylerimi diken diken yaptı. "Efendim biz yedinci ve sekizinci sınıflarda resim, müzik, beden derslerini ve kulüp çalışmalarını kaldırıyoruz, Teog'a yönelik çalışıyoruz ama isteyen çocuklar okulun bahçesinde teneffüslerde spor yapabiliyorlar"
"Ne kadar yüce gönüllüsünüz ki, çocuklara havalandırma hakkı vermişsiniz" dememin ardındaki sessizlik, okulun eğitim anlayışının bir göstergesiydi. TEOG'da başarılı olan ama ezber dışında kitlenen insan yetiştirmek.

Beni en çok şaşırtan şeylerden birisi de bazı okulların "franchasing" dediğimiz, isim hakkını kiralama yöntemi ile çoğaldığı oldu. Parası olan Mcdonalds açar gibi, bir okulun adını alıp kendisine okul açabiliyormuş.

Okullar olmuş süper market!

Bu çocuklar bu sistem ile eğitim alıp, Teog'da başarılı olsa, Ygs'de başarılı olsa ne fark edecek?
İyi üniversitelerde okuyup, meslek sahibi olsalar ne olacak?
Bir hayat görüşleri oluşmadıktan, sosyal olarak gelişemedikten, sorgulamayı öğrenmedikten, fikir üretemedikten sonra diplomalarını ne yapacağız?

Kaliteli eğitim bir devletin vatandaşına vermek zorunda olduğu, hükümetin insiyatifinde olmaması gereken en önemli hizmettir fakat en acı ve gelecek için en korkutucu olan ise çocuklarımız eğitim adı altında eğitimsizleştirirken, bizim tek çaremizin çocuğumuz için yurt dışı okul imkanları araştırmak olmasıdır.

En büyük problem ise insanların buna razı olup, bu düzene oy vermeye devam etmesidir, çaresizliği kabullenmesidir. 





30 Temmuz 2017 Pazar

TÜRK ERKEĞİ vs TÜRK KADINI


Bu sabah Facebook'a bakarken bir paylaşım gördüm. Türk erkeklerinin kadınları bakire istemelerinin altındaki sebebin, kadının onun cinsel performansını kıyaslamasını istememesi olduğundan başlayıp, kadını metalaştırmaya giden bir yazıydı ve bana göre haklıydı.Merak ederek yazının altındaki yüzlerce yorumu okumaya başladım ve ne X, ne Y, ne de Z, hiç bir kuşakta erkekteki kadın zihniyetinin değişmediğini gördüm. Asıl acı olan ise bu zihniyete onay veren kadınların yorumlarıydı. Kendimi tutamayarak Türk kadınlarının kendi cinsel gücünü kıyaslayamayacağını çünkü çirkin ve fakir olduklarını yazan bir arkadaşa cevap vererek uzun bir tartışmaya girdim.

Biraz "bence" Türk erkeğinden bahsetmek istiyorum.
Türk erkeğinin kendini kadından üstün gördüğü konusunda sanırım hepimiz hemfikiriz. Türklerden değil ama islamla birlikte Araplardan geçmiş bir üstün cins "erkek" inanışı maalesef bizim milletimiz tarafından da benimsenmiş. Daha ufacıkken, "göster oğlum amcaya", "oğlum bu kızı sana alayım mı", "aslan oğlum", "ağabeyine karşı çıkma" gibi davranış biçimleri ile erkek çocuklarının bilinçaltılarına penislerinin çok önemli olduğu, istedikleri her kızı alabilecekleri, bir kadının ona karşı çıkamayacağı ve bir aslan gücünde oldukları işleniyor.

İçinde bulunduğu sosyal çevre ve aldığı eğitim ile değişik şekiller alan bu hegemonya, yavaş yavaş kendini ortaya çıkarıyor. Eğitimli erkekler ne kadar medeni ilişkiler kurarlarsa kursunlar partnerlerinin muhakkak kendilerinden bir adım arkada olmasını diliyorlar.

Bu erkekler aslında içlerinde büyük bir iç savaş yaşıyorlar.

İyi eğitim almış, entelektüel, kariyer sahibi erkekler, kültürlü, güzel, kariyer sahibi kadınlarla birlikte olmak istiyorlar. Bu kadınlara aşık oluyorlar, onlarla keyifli sohbetler geçiriyorlar ama eğer bir şekilde bir konuda kadın ondan daha üst bir seviyeye çıkarsa bu toz pembe tablo değişiyor.
İçlerindeki hegemonya uyanıyor.
Egoları altüst oluyor.
Kompleksler başlıyor.
Öfke nöbetleri, kıskançlık krizleri baş gösteriyor.
İçinde kopan bu fırtınanın şiddetine göre o ilişki ya yürümüyor ya da kadının geri adım atması ile sürüyor.
Bu durumdaki erkekler, kendini yetersiz hissedip, kadını suçlamak için sürekli bahaneler ararken, kadın üzerinde cinsellik ile üstünlük kurmaya çalışırlar.
Cinsellik, kompleksi erkeklerin sığındığı güçleridir. Kadınlara üstün olduklarını düşündükleri noktadır. Bu yüzdendir ki, küfürlerde de hep cinsellik vardır. Çünkü cinsellik kadın için olduğu gibi bir paylaşım değil, onlar için kadın üzerindeki güç gösterisidir.

Türk kadınına gelirsek;
Türk kadını güzeldir, güçlüdür, anaçtır, iyi eştir, iyi aşçıdır, zekidir, şıktır, zariftir, vatanseverdir ve zekidir. Cephede savaşmıştır, beylikler yönetmiştir.
Benim en yakından bildiğim kadın tipi ben ve benim gibi olanlardır. Ben çok güçlü bir annenin kızı, çok güçlü iki ablanın kardeşiyim. Bizim evimizde kadınlar çalışırdı ve kadının yapamayacağı erkek işi yoktu.
Benim gibi kadınların yanında erkekler çok rahat edemezler. Biz yaşamak için bir erkeğe muhtaç olmayan, islamdan önce Türk kadınının özelliklerini taşıyan ve aslında olması gerektiği gibi olan kadınlarız.
Biz yalnız yaşayabiliriz, yalnız dünyayı gezebiliriz, yalnız dışarı çıkıp bir kadeh şarabımızı içebiliriz, evimizi yalnız boyayabiliriz, elektrik prizi tamir edebiliriz.
Hayatımıza bir erkek alıyorsak, muhtaç olduğumuzdan değil sevdiğimizden alırız.
Bu durum erkeklerin hiç hoşuna gitmez. Çünkü ona kodlanmıştı; onun penisi var, kadınlar ona karşı çıkamaz, o bir aslan.

Bir de tanıdığım ama anlayamadım medeni geleneksel Türk kadınları var. Bu kadınlar da belli bir kültür ve eğitim seviyesine sahiptirler fakat tek başlarına yaşayabilecek güce sahipken bunu tercih etmezler. İlla ki başlarında bir erkek olmalıdır.
Bir çok şeyi yalnız yapamazlar. Başlarındaki erkeğin üstünlüğünü kabul etmişlerdir. Aldatılsalar elinin kiri derler, ona hizmet etmeyi kendilerine görev bilirler. Geri dururlar. Aslında en kaprisli ve erkeklere en çok eziyet eden kadın tipi olsalar da, erkeğin egosunu okşamayı bilirler.
Yalnız kalma korkuları ve onlara da kodlanmış olan erkek üstündür bilinci ile birleşince, bir çok şeye göz yumarlar. Bu kadınlar, iki kadın kültürünün arasında kalmışlardır.

Bugünkü yazıya yorum yapan kadınlardan birisi, evde erkeğe hizmet edilmesi gerektiği ve asla erkeğin rencide edilmemesi gerektiğini savunmuş. Buyrun ışıl ışıl kafalı bir Türk kadını. Bir kişiyi rencide etmenin cinsiyetiyle alakası yoktur, görgü ile alakası vardır sevgili Türk kadını.
İşte erkeklerin egolarını besleye besleye, kocaları gibi erkek çocuklar yetiştiren sözde medeni Türk kadını profili. Annesinin başında bir erkeğe muhtaç olduğunu sanarak bu kodlamayla büyüyen,erkek olduğu için kendisini üstün gören karısına, kız kardeşine hatta annesine bile hükmetme hakkını kendinde bulan erkek çocukları ile Türk erkeğinin değişmeyen geleceğini oluşturan da bu Türk kadınları.

Dün akşam Maçka parkında güvenlik bir kadını, dekoltesinden dolayı parktan atmak istemiş, polis çağırmış.

Türk kadını çok ciddi bir baskı ve din adı altına gizlenmiş bir erkek kompleksi ile savaş veriyor ve kadınlar bu erkek üstündür zihniyetinden vazgeçmediği sürece, bu çeşit Türk erkekleri egoları bacak aralarında dolaşmaya devam edeceklerdir.

Böyle giderse bu devran değişmez, hatta daha da kötüleşir.

NOT: Genellemenin dışında olan erkekler var elbette.

16 Temmuz 2017 Pazar

KALİTE


Herkes kendine göre kaliteli bir yaşam ister ve herkesin de kalite anlayışı farklıdır.
Kimi kadınlara göre kalite, zengin bir koca, evde yardımcı, altında arabadır.
Kimi adama göre güzel, hamarat bir kadındır.

Bana göre kalite, maddi olarak elde edilmiş şeylerle kazanılacak bir şey değildir. Bana göre kalite, edepten, adaptan, entelektüaliteden, duruştan ve hayata bakıştan geçer.

İnsanlar daha kaliteli bir yaşam isteseler de, kendi kalitelerine denk insanlarla hayatlarını birleştirirler.

Sonuçta davul bile dengi dengine çalarmış, değil mi?

İnsanın kalitesi kavgada, aşığın kalitesi vedada belli olur derler.

Bu sözün doğruluğunu hemen hemen herkes benim gibi yaşayarak öğrenmiştir sanırım. Ben kendimce kavga ederken bile kaliteden asla ödün vermemeye çalışırım, karşımdakine küfür ya da hakaret etmek yerine susmayı tercih edenlerdenim. Sevgilimin bana "sus lan" dediği oldu. Düşünebiliyor musunuz? Bana göre çok büyük bir hakaretti bu. "Çok ayıp" demekle yetindiğim için kendime hala çok kızıyorum.

Kalite içten gelir, tercih edilir.

İnsanların kalitesi öfkelendiklerinde ortaya çıktığı da çok doğrudur.

Birisi ile tartışırken, tartışmanın gittiği nokta tamamen karşınızdakinin kalitesi ile ilgilidir. Tartışma ya düzeyli bir ses tonu ile ve hakaret içermeden devam eder ya da hakaretler, küfürler hatta yumruklar havada uçuşur.

Eğer kalite problemi olan birisi size öfkelendiyse, türlü mesajlara, sahte sosyal medya profillerinden tacizlere, suçlamalar, hakaretlere, ailenizle hatta çocuğunuzla bile size zarar vermeye çalışmaya uzanan türlü seviyesizliklerle karşılaşmanız doğaldır. Tuhaf olan alışkın olmadığınız bu davranışlara karşı ne yapacağınızı bilememeniz, görgünüzün karşılık verebilecek seviyeye gelmenize izin vermemesidir. Bu nedenle siz ya sessiz kalır ya da yasal yollara başvurursunuz.

Bu insanlar çok sevdiğini söyledikleri insanlara bile öfkelendiklerinde, onları tüm dünyaya rezil edip, eteklerindeki tüm taşları dökmeye, bilinç altlarında  bastırmaya çalıştıkları tüm olumsuz düşünceleri açığa çıkararak aleyhinde kullanmaya hazırlardır ve hiç düşünmeden de bunu yaparlar.

Verilecek en doğru karar ise bu insanlardan uzak durmaktır, her gün görmek zorundaysanız bile asla muhabbete girmemektir.

Sonuçta herkes kendi tercihini ve kendi seçtiği kalitede bir yaşamı, kendi tercihleri ile belirler.

Daha kaliteli bir yaşam isteyen kişi, daha kaliteli bir eş seçer.

Çevreniz zaten sizin kalitenize göre oluşur.

Kalite aileden gelir; hayata bakışla, görgü ile.
Kalite tercihlerimizden gelir; seçtiğimiz eşlerle, olduğumuz sosyal çevre ile.

Kalite tesadüf değil, tercihtir.













21 Mayıs 2017 Pazar

KALKIN TEMİZLİK VAR!


Hemen hemen her Türk çocuğunun ve erkeğinin kabusu olan bu söz, kadınların günaydın demesinin en dayanılmaz halidir.

Benim çocukluğum her Pazar bu sözle uyanarak geçti. Annem Cumartesi günleri de çalıştığı için, temizlik işi Pazar günleri yapılırdı.

Kalkın saat kaç oldu, öğlen oldu, daha temizlik yapılacak!

Saat kaç? Saat daha 09:00, insaf!

Dünyanın en önemli işidir çünkü temizlik. Sizin sabah yatak keyfinizden, Pazar tembelliğinizden, azıcık ev huzurunuzdan çok daha önemlidir.

Çünkü bir kadının en birincil görevi temizlik yapmaktır!

Bir de cam takıntısı vardır. "Camlar çok kirlenmiş, dışarısı çamur içinde" İyi de beni dışarıdaki çamur ilgilendirmiyor ki, ben içeriden bakıyorum cama.

Bahar temizliğine değinmeden geçemeyeceğim zira çok önemlidir. Sanki o temizlik yapılmasa bahar gelmeyecek. Bakın işte herkes bahar temizliğini yaptı İstanbul'da ama hala bahar gelmedi, hala kış. Demek ki, baharın gelişinin temizlikle bir alakası yokmuş.

Kadın olmama rağmen bu temizlik takıntısını asla anlayamam. Gerçi anlamak için bir çaba sarf ettiğim de söylenemez.

Hemen pis bir kadın olduğumu düşünmeyin lütfen. Dağınık olduğum doğrudur fakat, pis asla değilimdir. Sadece temizliğin ben evde yokken yapılması taraftarıyım.

Evi süpürürken, birden vazgeçip,  süpürgeyi sonra devam etmek üzere ortada bırakıp, dışarıya çıkabilecek ya da film izleyebilecek kadar önem veririm bu temizlik işine.  Süpürge orada, ev de orada, yarın yapsam ne fark edecek. Ayrıca süpürge sesinin bu dünyadaki en korkunç seslerden birisi olduğunu kimse inkar edemez.

Çocukluğuma inmek gerekirse, temizlik takıntılı bir annenin kızı olmam ve daha ortaokul öğrencisiyken, evin günlük temizliğinin ve yemeğinin benim görevim olmasından kaynaklanan bir bıkkınlık da olabilir temizliğe bakış açım.

Tanıdığım temizlik takıntılı kadınlara ve kendi anneme de baktığımda "Kalkın temizlik var!" cümlesinin, aslında kadınların iç huzursuzluklarının dışarıya bir yansıması ve zorunluluk olarak hissettiği temizlik aktivitesini, bu zorunluluğu üzerine yüklediğini sandığı kişilere bir işkence aracı olarak kullanması olduğunu düşünüyorum.

Bana göre hafta sonlarını, evimi temizleyerek değil, kendi ruhunu, bedenini ve zihnini temizleyerek geçirmek en önemli temizlik aktivitesidir.

Bırakın ev pis kalsın, önce zihniniz temiz olsun, eviniz neşe dolsun.













13 Mayıs 2017 Cumartesi

SİZİN MEMLEKET NERE?



İstanbul'da yaşıyorsanız birisi ile tanıştığınızda, ilk on sorunun içerisinde nereli olduğunuz sorusunun olma ihtimali çok yüksektir.
Cevap verirsiniz, "İstanbulluyum" 
Ama tatmin etmez, illa soy ağacı çıkarıp, kökeni bulacak ya, yine sorar "anne-baba nereli peki"
İçimden geçen cevap hep aynı "elinin körlü" 
Annem babam nereli merak ediyorsan, annen-baban nereli diye sor, niye sen nerelisin diye soruyorsun?
Annem - babam Sivaslı. 
Peki bu beni Sivaslı yapar mı?
Bence yapmaz çünkü insan nerenin kültürü ile büyüdüyse ve nereli hissediyorsa oralıdır. 

Ben İstanbul'da doğdum, büyüdüm, kimliğimde yazan Sivas'a ise hayatımda üç - dört defa gittim. 
Son gidişimde artık kocaman insandım ve kendimi hiç oraya ait hissetmediğim gibi oldukça aykırı kaldım. 

Rahatlıkla söyleyebilirim ki ben tüm hücrelerime kadar bir İstanbulluyum. 
İstanbul'u seviyorum, asla sövmüyorum, asla kızmıyorum, hep hayranım, hep aşığım fakat 
İstanbul'a olan aşkım başka bir yazının konusu olduğundan fotoğrafta gördüğünüz Ege konusuna geliyorum.

Hayatım boyuınca İstanbul dışında bir yerde yaşamayı hiç düşünmedim, yirmili yaşlarımda yurt dışından gelen bazı iş tekliflerini hiç düşünmeden reddettim. Bahane mi yok İstanbul'da kalmaya, çok bağlı olduğum ailem, Boğaz, arkadaşlarım, özgürlük, müzik, Beyoğlu, Kadıköy  vs vs. 

Bir de hep Ege'yi severdim ben. Ege kıymetlidir. Kuzeyi başka, Güneyi başka güzeldir.  
Bir turizmci olarak, bir sürü program yapabilecekken, balayım için bile Asos'u tercih etmiştim. Bir kaç günlük eşim beni Truva'dan sürükleyerek çıkarmıştı. Adam her sarı tabelaya direksiyon kırmaktan helak olmuştu.  Antik kentlerle ilgili takıntım ise yine başka bir yazının konusu olduğundan uzatmıyorum.

Bundan üç ya da dört sene önceydi sanırım, benim de dahil olduğum bir oluşum ile bir projemiz kapsamında Aydın'a giderek, orada köyleri ve antik kentleri gezmiştik. Çocukluğumdan gelen tarih ve mitoloji merakımdan dolayı antik kentleri görmüştüm ama köyleri ilk defa gördüm. Öncelikle bir turizmci olarak kendimden utandım. 
Nasıl bilmem, nasıl görmem, nasıl tanıtmam... 
Ve aşık olmuştum.
Benim için her şey vardı; Tarih, doğa, deniz, insan, spor... Hayatımda ilk defa İstanbul'dan başka bir yerde yaşamak istemiştim.

O günlerden sonra aşık olduğum o topraklar için, projeler, geziler yazmak, geliştirmek, yapmak için bir ayağım, gözüm, kulağım  oralarda oldu.
Her gittiğimde içime öyle bir huzur doldu ki, o topraklara ait olduğumu iliklerime kadar hissettim. 

Havasından huzur ve mutluluk soludum.

Sonra düşündüm;
Tarih ve mitoloji ilgim ve hayranlığım nedeni ile mi buralarda bu kadar mutluydum yoksa aslında ben buralı olduğum için mi tarih ve mitolojiye bu kadar düşkündüm.

Hayatımda ilk defa kendimi İstanbul dışında bir yerde bu kadar ait hissetmiştim. 

İlk olarak Ege'li bir aileden alınmış evlatlık olabilir miyim diye düşündüm ama aileme benzediğim için bu teorim çöktü.

Sonra daha önceki hayatlarımdan birisinde ya da bir kaçında buralarda yaşamış olabilirim diye düşündüm.

Sonra düşünmeyi bıraktım. 

Nasıl bir bağ var hala çözemedim ama bir şekilde bence ben Egeliyim. 
















22 Nisan 2017 Cumartesi

ANNEYİM BEN ANNE!


"En güzel çocuk benim", "Benim ki çok akıllı", "Arkadaşları arasında parlıyor maaşallah".
"Harika bir anneyim", "Her şeyimi çocuğuma adadım".

Hanımlar yavaş.  Biraz sakin!

Hepimiz anneyiz, hatta inanmayacaksınız ama dünyada bizden başka milyonlarca anne var.

Bir kere en başta belirteyim, hayatını çocuğuna adayan ve bütün hayatını ona göre yaşayan bir anne hiç değilim. Olmaya çalıştım ama yapamadım. Hatta kimilerine göre anne olmaya uygun bir kişilik sahibi bile değilmişim.

Nedir bu çocuğum  da çocuğum feryatları. Kadınların çoğunun çocuğu var. Anne olmak biyolojik bir şey. Anne olmamızı sağlayacak organlarımız daha anne karnındayken oluşuyor. Çocuk doğurmak büyük bir meziyet ve ayrıcalık değil, insanın doğası.

Sesleri duyuyorum "muhim olan doğurmak değil, doğurunca anne olunmuyor..."

Evet hanımlar, haklısınız, doğurunca anne olunmuyor.

Benim karşı çıktığım, bir çocuk sahibi olduğumuzda, o çocuğun üfleme camdan, her an kırılacak bir bebek olduğunun ve bize ait olduğunun sanılması.

Bana göre ne incecik bir camlar, ne de bize aitler.

Onlar rahmimize düştükleri andan itibaren ilgilenmemiz gereken  ve  hayatta kalabilecek şekilde yetiştirmek zorunda olduğumuz bireyler.

Benim oğlum kadar bebeklikten itibaren düşen çocuk var mıdır bilmem, hem de hep kafa üzeri. Neyse ki kafasında bir sorun olmadı, hiç bir yeri kırılmadı da. Çocuk sürekli düşe düşe kafatası kalınlaşmış olabilir, tabi düşe düşe nasıl düşeceğini öğrendiği için bir kırık, çıkık durumumuz  da olmadı. Yalnızca bir merdivenden uçuş sırasında burnu biraz yamuldu, onu da onsekizine geldiğinde bir operasyonla düzelteceğiz.

Bırakın, çocuk düşsün, düştü mü de kendisi kalksın. Düşerken yaralanmamayı öğrensin, kalkmayı öğrensin. Korumacı olmayın.

Elde kaşık çocuk peşinde koşanlar var bir de. Bırak çocuğu, karnı acıkınca mecbur yiyecek. Kendi kendini açlıktan öldürmesine beyinleri izin vermez zaten. Bir süre sonra "Ye,ye, ye" sinyallerini alacaklar nasılsa.

Evet sizi duyuyorum, "Demesi kolay ben zorla yedirmesem, hayatta yemez"  Yahu yer, deneyin bakın, yiyecek.  Allah insanı açlıkla terbiye etmesin derler, bence açlıkla terbiye gayet başarılı sonuçlar veriyor. Ben denedim, oldu.

Anlayamadığım bir konu daha var. Her akşam o ödevler neden çocukla birlikte yapılır. Bırakın yapsın, yapamadığını sorsun, o zaman yardım edin. Çocukla yan yana oturup ödev yapmak da ne? Ödev yapmak onun sorumluluğu. O size işte yardım ediyor mu? Herkes sorumluluğunu bilsin, yerine getirmeyen de cezasını çeksin.

Çocuk gelmiş on yaşına, meyvesi soyulur verilir, suyu verilir. On yaşında bir çocuk, dolaptan meyvesini alıp yıkayıp yiyebilir, doğranacak ya da soyulacak bir meyveyse anneden yardım alınabilir elbette. On yaşında bir çocuk mutfaktan suyunu da alabilir. Hatta altı yaşında bir çocuk sofradan kalkarken, tabağını, bardağını da kaldırabilir.

Bir de her annenin hayallerini çocuğuna yüklediği "meziyetler" vardır.
Benim çocuğum o kadar akıllı ki, doktor olur, bilim adamı olur, ne isterse olur, o kadar yetenekli ki, futbolcu olur, müzisyen olur.

Çocuğa bir şey olma zorunluluğu yüklemeyin anneler, siz doğru yoldaysanız o çocuk zaten bir şey olma ihtiyacı duyacaktır ve ne olacağına kendisi karar verecektir.

Çocuğunuzun yeteneklerini, zekasını ve eğilimlerini görmek için gözlemlemek ve bu işi bilenlere danışmak en iyisi. aksi takdirde siz de, çocuğunuz da hayal kırıklığına uğrayabilir ve çocuk başarısızlık psikolojisi altında ezilebilir.

Öyle küçücük yaşta bilgisayar oyunları oynayabilmek, telefonla oynamak çocuğunuzun zeki olduğunu da göstermez, aslında çocuğunuza ne kadar büyük kötülük yaptığınızı gösterir.

Hanımlar,

İyi anneyim ben, muhteşemim naraları ile yetişen şımarık ya da savunmasız ya da bağımlı çocuklar sarıyor her yeri.

Hayatlarını çocuklarına adamış, kendilerine, sadece kendilerinin olduğu bir hayat bırakmayan, anneler sarıyor her yeri.

Bence doğaya aykırı bu annelik şekli.

Annenin görevi vatana millete hayırlı evlat yetiştirmekten ziyade, yalnız başına hayatta kalabilecek, sorumlu, saygılı, sınırlarını bilen ve her şeyi yapmaya hakkı olmadığının bilincinde çocuklar yetiştirmektir.
Böyle yetişen evlat zaten vatana da, millete de, dünyaya da hatta tüm kainata da hayırlı olur.

Kendimize oyuncak değil, dünyaya insan yetiştirmek önemli olan.

Kendinize de, çocuğunuza da huzur verin artık.

Rahat bırakın şu çocukları gari.




24 Mart 2017 Cuma

DARÇINKO

Bazılarınız bilir, bazılarınız bilmez. Geçen sene turizm sektöründeki umutsuzluğun vermiş olduğu bunalmışlık ile mesleğime ve şirketime ara vererek bambaşka bir iş yapmıştım.

Kızıltoprak'ta bir motosiklet aksesaurları mağazasının yöneticiliği işine girişmiştim. Benim için çok farklı bir deneyim olan on aylık  macera, zaten bir çok arkadaşımın olduğu motosiklet camiasından harika insanlarla ahbaplık kurmama, çok güzel insanların arasına katılmama vesile oldu.

Bu macera bana sadece güzel arkadaşlıklar kazandırmakla kalmayıp hayatıma harika, masum, sevimli dört ayaklı dostlar da kazandırdı.

Mağaza, Bağdat Caddesi üzerinde önü geniş ve arkasında da bahçe olan klasik bir "Cadde" apartmanının alt katındaydı. İlk gittiğim gün, mağazaya sabah girerken, içeri benimle birlikte beyaz, uzun tüylü ve tek gözlü, çok ama çok güzel bir kedi girdi. Biraz ayaklarıma süründükten sonra, kırmızı pufun üzerine çıktı ve uyumaya başladı. Herhalde buranın müdavimi dedim. Bu böyle bir kaç gün devam etti ve mağazada çalışan çocuklardan, apartmanda gönüllü bir yerel hayvan görevlisi oturduğunu ve arka bahçede bir çok kedi baktığını, bizim kızın adının İnci olduğunu ve bakılan kedilerden birisi olduğunu öğrendim.

İnci, her sabah bizimle birlikte mağazaya giriyor, tüm gün mağazada kalıyor ve akşam gidiyordu. Bu rutin böyle devam ederken bir gün İnci'yi almaya gelen çok sevgili, sosyal hayvan görevlisi, gönlü geniş, vicdan dolu Nesrin Sarı ile tanışma şerefine nail oldum. İnci'nin tek gözü olmadığı için geceleri zor görüyormuş ve yola çıkarak ezilme ihtimalinden korktuğu için meğer her akşam İnci'yi evine alıyormuş.

İnci insanlara çok yakın bir kedi olduğundan başı beladan hiç kurtulmuyordu ve sürekli yaralanıyordu ama her seferinde sevgili Nesrin Sarı tedavi ettirip büyük bir özen ve sevgi ile onu iyileştiriyordu.

Günler böyle geçerken, bir gün kapıdan içeriye 4 aylık olduğunu tahmin ettiğim, çok değişik bir yüzü ve inanılmaz muzur bakışları olan bir kedi girdi. "Merhaba sen de kimsin bakalım dedim" ve o hemen kucağıma atladı. Bu güzellik dükkanın hakimiyetini eline geçirmişti ve artık İnci içeri girmiyordu.

Bir akşam Nesrin Hanım, akşam kafese kitlemek üzere aradığı kedisini sormak üzere mağazaya geldi. O zaman öğrendim hikayeyi; yandaki bina yıkıldıktan sonra muhtemelen anneleri ölmüş olan iki yavru kedi molozların arasından çıkmış. Birisi sarı birisi de tekir. Nesrin Hanım, sarı olana Tarçın, diğerine Darçın adını vermiş. Tarçın yabani ve korkak bir erkek kedi. Darçın ise hayatımda gördüğüm en yaramaz, en muzur, en özel kedilerden birisi.

İşte Darçın ile aşkımız böyle başladı. Aramıza bir bağ oluştu. Gelmediği zaman çıkıp bahçede arar oldum. Ona yemekler hazırlar oldum. Nefes almasındaki düzensizliğini fark ettiğimde, videosunu çekip veterinere gönderdim, hasta olduğunda gece mağazada bıraktım. O kadar sevdim ki onu, evdeki kızım Bella'dan farkı yoktu benim için.

Ve bir süre sonra mağazayı kapatma kararı verildi. Nesrin Hanım ile tek derdimiz Darçın oldu. O kadar alışmıştık ki birbirimize, ne olacaktı Darçın. Şüphesiz Nesrin Hanım'ın ellerinde güvendeydi ve çok iyi bakılıyordu ama biz de birbirimize çok düşkündük. Sürekli peşimde dolaşır, beni hiç yalnız bırakmaz, kucağımda hatta başımın üzerinde yatardı. Evdeki kedim nedeni ile ben çok istememe rağmen onu eve alamadım ve çok uğraşmamıza rağmen sahiplendiremedik de.

Mağaza kapandıktan sonra Nesrin Hanım ile iletişim içinde kalıp Darçın'ı da soruyordum. Sonra bir gece rüyamda gördüm onu ve sabah hemen aradım. "Nasıl benim kızım" diye mutlu bir ses tonu ile. Meğer Darçın erkek kedilerin saldırısına uğramış, karda bir gece sokakta kalmış ve benim rüyamda gördüğüm gün yara bere içinde zor yürüyerek evin yolunu bulabilmiş ve kendini şefkatin kollarına bırakmış.

Ben üzülmeyeyim diye bana haber verilmemişti ama o zaten rüyama girip haber vermişti bana. Yaraları ilgi, güzel bir bakım ve şefkat sayesinde iyileşti. Nesrin Sarı ile Darçın kızımızı erkek kedilerden korumak için kısırlaştırmaya karar verdik fakat Darçın'ın nefes ritminde bir problem olduğu aşikardı ve narkozdan uyanamayabilirdi. Yine Nesrin Sarı, Darçın'a röntgenler çektirdi, çok koşturdu. Herkes bir şeyi yok dese bile biz riske atamadık. Darçın'ı belediye yerine sevgili Gürkan Gülanber'e götürerek ameliyatını profesyonel ellerde yaptırdık.

İyice iyileşene kadar Nesrin Sarı'nın evde baktığı Darçın, artık gündüzleri bahçeye çıkıyor ve arkadaşları ile oynuyordu.

Pazartesi günüydü... Birden aklıma düştü Darçın. Hemen aradım Nesrin Sarı'yı.... Ve öğrendim. Darçın çok hastalanmış. Benim eski mağazaya atmış kendisini, kusmuş ve bayılmış. Mağazada çalışanlar panik içinde belediyeyi aramışlar ve Darçınımızı barınak kliniğine göndermişler. Nesrin Sarı bunu öğlenden sonra Darçın'ı almak için bahçeye çıktığında öğrenmiş. Ertesi sabah barınağı aratarak hemen kızımızı geri istedik,

Gürkan Gülanber'e götürecektik.

Fakat kızımız geldiğinde artık bedeninin soğumaya başladığını gören Nesrin Sarı, onu  hemen yakın ve iyi bir kliniğe götürdü. Her türlü müdahale yapıldı...

Darçın'ı akşam kaybettik...

Darçın zehirlenmişti...

Umarsızca açığa atılan zehir yemişti ya da kasten yedirilmişti...

Ya cehalete ya da kötülüğe kurban gitmişti...

Darçın'a belediye kliniğinde müdahale edilmemişti...

Darçın için geç kalınmıştı...

İyilik yapmak isteyerek, son derece temiz kalplilikle belediyeye gönderilerek zehrin vücutta yayılmasına mahal verilmişti...

Darçın, Nesrin Sarı'nın seslenmesi ile Darçınko artık melek olmuştu...

Yüreklerimizi yakıp gitmişti...

Ben hala her gözümü kapattığımda onu görüyorum...

Evdeki kedime bakıyorum ve diyorum ki, bunların da şanslı doğanı, şanssız doğanı var, bunların da kaderi var...

Güle güle Darçınko bil ki seni çok sevdik, bil ki sana hakkımız helal...

Kötülerin olmadığı yerde, muzurluklarına devam et...

Bir Darçınko geçti hayatımdan, iki ay boyunca her gün beni güldüren, mutluluk veren...








19 Mart 2017 Pazar

HAYAT BAZEN ÇOK ŞEY...

Bir kaç sene öncesine kadar insanları, tepkileri, tavırları hatta karakterleri nedeni ile hiç çekinmeden yargılardım. Bunun aslında ne büyük bir kibir olduğunu hayat bana da o acımasız yüzünü gösterdiğinde anladım.


Ve bir gün kendimi, yargıladığım insanların, yargıladığım davranışlarının aynısını yaparken buldum.
Hayat bana empati yaptırmıştı.


O zamandan sonra insanları yargılamamaya, ne kadar çirkin olursa olsun bu davranışlarının sebebinin içerisinde bulundukları durumdan, ailelerinden, çevrelerinden, eğitimlerinden kaynaklandığını düşünmeye ve bu zamandan sonra daha sakin bir kişiliğe bürünmeye, kendimi ve başkalarını daha az üzmeye başladım.

Hayat bana yargılamamayı öğretmişti.

Kendimi de hayatımla ilgili hep yanlış kararlar vermiş olmakla suçlar dururdum. Kaybolmuş koca bir on sene, yanlış evlilik, yanlış iş, yanlış yatırım, yanlış kişiye güven, aşırı saflık, fazla iyi niyet, gereksiz güven vesaire vesaire..

Dibe vurduğumuzda kendimizi iyi hissetmemiz için başvurduğumuz iki yol vardır ya hani, ya kendimizi suçlamak ya da karşımızdakini.
Ben genelde her ikisini de yapardım. Karşımdaki suçlu ve ben zaten salaktım.

Sonra düşündüm, aynı koşullarda muhtemelen yine aynı kararları verirdim ve aynı şeyleri yapardım çünkü o zamanlarda onun doğru olduğuna inanıyordum. O zaman şimdiki aklım da yoktu, şimdiki duygularım da. Zaten şimdi ki aklım ve duygularım şüphesiz ki o kararlarımın sonucunda oluşmuştu.

Hayat bana yaşadıklarımı hazmetmeyi öğretmişti.


Son üç senedir hayatımın en zor zamanlarını yaşıyorum sanırım ve umarım hayatımın en zor zamanlarıdır. Çünkü daha zoru benim için altından kalkılamaz olabilir.

Sürekli olarak bitmek tükenmek bilmeyen bir dibe vuruş; tıpkı yüzme bilmeyen bir insanın suda çırpınışları gibi kurtulmaya çalıştıkça daha da dibe çöküş. ''Tam şimdi yüze çıkıyorum, artık bitti'' derken yine bir hayal kırıklığı ve yeni çare arayışları.

Önceleri inatçıydım, olmayan bir şeyi oldurmaya çalışmak için çok vakit harcardım, kendimle inatlaşırdım  ama  bu dibe çöküşlerin bana kazandırdığı olgunluklardan birisi de olmayacak bir şeyi hemen kesmek ve yeni bir yola çıkmaktı.

Hayat bana vazgeçmeyi öğretmişti.

Geçirmiş olduğum major depresyon hastalığının sonucunda bazı şeyleri tek başımıza atlatamayacağımızı ve yardım almamız gerektiğini gördüm. Aslında düşündüğümüz kadar güçlü olmayabilirdik fakat sanırım sadece güçlü durmaya çalışıyorduk. Bu süreçte aldığım yardım, olaylara daha farklı bir bakış açısı ile bakmamı sağlamıştı.

Hayat bana yardım istemeyi öğretmişti.


Hiç vazgeçmeden aslında vazgeçme lüksüm de olmadığından yeni işler yapmayı denedim. Önüme çıkan her fırsatı değerlendirmeye çalıştım. Yanlıştı, doğruydu fakat bıkmadan ve hep umut ederek mücadele etmeyi sürdürdüm. Yoruldum, umutsuzluğa düştüm ama devam ettim.

Hayat bana mücadele etmeyi öğretmişti.


Her birimiz çok zor hayatlar yaşıyoruz, hele ki bu ülkede koca bir kaos içerisinde münferit sorunlarımız ile mücadele etmeye çalışıyoruz. Çok zorlanıyoruz. Güçsüzleşiyoruz. Inancımızı kaybediyoruz. Sağlığımızı kaybediyoruz. Sığınacak şeyler arıyoruz. Kimimiz alkole, kimimiz tanrıya, kimimiz nefrete, kimimiz başka bir insana sığınıyoruz.

Hepimiz başka şekillerde çare arıyoruz.

Tüm bunların arasında  çok değişiyoruz, bambaşka insanlar haline geliyoruz.

Hayatta kalmaya çalışıyoruz.

Hem yıpranıyoruz, hem öğreniyoruz, hem de büyüyoruz.

Neyse..

Zaten hava da kapkara ve karamsar.

En iyisi bir film ya da bir kitap ve  bir fincan kahve...









15 Mart 2017 Çarşamba

UZAYLI İSTİLASI

Kendimin de mensup olduğu hatta aslına bakarsanız mensup olmaktan da gurur duyduğu Türk Milleti; kimine göre barbar, kimine göre asil, kimine göre devlet kurucu, kimine göre çılgın bana göre acil rektifiye edilmesi gereken bir millet.

Artık şaşırmam dedikçe her gün hata günde bir kaç kez şaşırtan bir millet.

Koskoca bir yalanın sebep olduğu bir saçmalığa koşan saçma insanlar topluluğu haline gelmiş bir millet.

Inanır mısınız, en son yaşanan Hollanda krizinden sonra soy ağacımı araştırma ihtiyacı duyuyorum ve bir çoğunuz gibi ben de kendimi bu insanlarla aynı milleti bırak aynı ülkenin vatandaşı hatta aynı canlı türü olmadığımı düşünüyorum.

Bence bu milletin yarısı  uzaylı.

Ama acaba hangi yarısı?

Vatanseverliği çatıdan F16'ya atlamaya çalışmak, tankın önüne yatmak, bombalara koşmak ve "demokrasi nöbeti" adı altında ne yaptığını bilmeden halay çekmek sananlar,

Düşünmeye, sorgulamaya üşenenler,

Eyyy ünlemini duyar duymaz sokağa dökülenler,

Almanya'yı protesto etmek için Alman markası makam arabasının amblemini kapatanlar,

Cesaretini şüpheli bomba paketine tekme atmakla gösterenler,

Hollanda'ya kızgınlığını portakal bıçaklamakla gösterenler,

Hollanda polisini arayarak mehter marşını dinletip yaptığı bu üstün zeka gerektiren şeyi sosyal medyaya yayanlar,  kesinlikle uzaylı olanlar.

Düşünüyorum, araştırıyorum, okuyorum fakat Dünya'da bir canlıyı bu duruma getirebilecek bir ortam, besin ya da ilaç bulamıyorum.

Korkarım biz uzaylı istilasına uğradık.

Eyyy, NASA senin de bu işte parmağın var mı?









19 Şubat 2017 Pazar

YANGIN YERİNDE AŞK

Ülke dönmüş yangın yerine, iş güç desen alt üst olmuş, ekonomi desen borç gırtlağı aşmış, gelecek desen belirsiz, hayat desen nefes almak olmuş. Şimdi böyle bir zamanda aşk ile ilgili yazı yazmak biraz da umursamazlık mı oluyor dersiniz. Bence hayatın ta kendisi oluyor.  Çünkü  aşk her yaşta, aşk her yerde, aşk her zamanda, aşk her koşulda vardır.  Güzel olan böyle zamanlarda bile aşkla ilgili yazılar yazdıran birisine sahip olmaktır.

Aşık olmak kolaymış ama aşık kalmak, aşık tutmak ne de zormuş. Aşk acısı da çiğ köfte gibi bir şeymiş, yana yana yediğimiz cinstenmiş.

Aşk laftan anlamazmış, aşık olurken mantık işlemezmiş, büyük büyük hayaller kurdurur büyük büyük laflar ettirirmiş hatta mahalle yanarken saç tarattırırmış.  

Kavuşamayınca aşkmış.. Bu yüzden aşkların çoğu imkansız oluyormuş, bilinç altımıza işlemiş bu tanımlama yüzünden belki de imkansız insanlara aşık oluyorrmuşuz.  

Gelelim gerçeklere;
Aslında aşk diye bir şey yoktur. Aşk sandığımız şey ihtiyaç duyduğumuz, arzuladığımız, eksikliğini hissettiğimiz davranışları bize sunan insanların bize sunduklarına bağlanmamızdır. 
Aşk aslında kendi egomuzu tatmin etmemizdir. 
Daha önceki ilişkilerimizde, ailemizde, arkadaşlarımızda eksikliğini hissettiğimiz şeyleri başkasında bulmamızdır.
Gerçek, kadınların ne kadar güçlü görünürse görünsünler, kendisine iltifatlar eden, arada düğmeni ilikle diyen, dozunda kıskanan, kendisinden güçlü görünen erkeklere aşık olmalarıdır.  
Gerçek, erkeklerin ne kadar güzellik peşinde koşar gibi gözükseler de, daha anaç, daha eğlenceli, daha zeki, yemek yapan kadınlara aşık olmalarıdır..
Kısaca; aşk önceleri  beğeni, sonra ihtiyaçların karşılıklı olarak karşılanması ve en son da alışkanlıktır fakat en önemlisi ego tatminidir, birisi tarafından sevilmeyi sevmektir.  

Eğer bunlar yanlışsa ve aşk varsa o zaman;
Aşk cesarettir, aşk göze almadır.
Aşk vazgeçmektir.
Aşk, aşkı için sıkıntıya girmektir.
Aşk, aşkını kaybetmemek için  gerekirse huzuru kaçma pahasına,  hesapsız kitapsız, aşkına sahip çıkmaktır.  
Aşk büyük laflar etmek değil, ufak şeylerle aşkını korumaktır.
Eski fotoğrafları ortadan kaldırma cesaretidir. 
Hesap kitap yapmamaktır, koşul koymamaktır zira bunlar aşka hakarettir.
Ama bence aşk bu kadar zor olmamalıdır...


Ocağın başındaysak, tencereden gelen cızırtıyı duyduğumuzda ocağı nasıl kapatırsak, kalbimizden çıkan cızırtı dışarıdan duyulacak kadar yükseldiğinde, kapatmamız gereklidir. Kapatmamız gereklidir ki, yanmasın, kül olmasın…

Aşka inanlar, aşık olsun, aşkla kalsın....