24 Mart 2017 Cuma

DARÇINKO

Bazılarınız bilir, bazılarınız bilmez. Geçen sene turizm sektöründeki umutsuzluğun vermiş olduğu bunalmışlık ile mesleğime ve şirketime ara vererek bambaşka bir iş yapmıştım.

Kızıltoprak'ta bir motosiklet aksesaurları mağazasının yöneticiliği işine girişmiştim. Benim için çok farklı bir deneyim olan on aylık  macera, zaten bir çok arkadaşımın olduğu motosiklet camiasından harika insanlarla ahbaplık kurmama, çok güzel insanların arasına katılmama vesile oldu.

Bu macera bana sadece güzel arkadaşlıklar kazandırmakla kalmayıp hayatıma harika, masum, sevimli dört ayaklı dostlar da kazandırdı.

Mağaza, Bağdat Caddesi üzerinde önü geniş ve arkasında da bahçe olan klasik bir "Cadde" apartmanının alt katındaydı. İlk gittiğim gün, mağazaya sabah girerken, içeri benimle birlikte beyaz, uzun tüylü ve tek gözlü, çok ama çok güzel bir kedi girdi. Biraz ayaklarıma süründükten sonra, kırmızı pufun üzerine çıktı ve uyumaya başladı. Herhalde buranın müdavimi dedim. Bu böyle bir kaç gün devam etti ve mağazada çalışan çocuklardan, apartmanda gönüllü bir yerel hayvan görevlisi oturduğunu ve arka bahçede bir çok kedi baktığını, bizim kızın adının İnci olduğunu ve bakılan kedilerden birisi olduğunu öğrendim.

İnci, her sabah bizimle birlikte mağazaya giriyor, tüm gün mağazada kalıyor ve akşam gidiyordu. Bu rutin böyle devam ederken bir gün İnci'yi almaya gelen çok sevgili, sosyal hayvan görevlisi, gönlü geniş, vicdan dolu Nesrin Sarı ile tanışma şerefine nail oldum. İnci'nin tek gözü olmadığı için geceleri zor görüyormuş ve yola çıkarak ezilme ihtimalinden korktuğu için meğer her akşam İnci'yi evine alıyormuş.

İnci insanlara çok yakın bir kedi olduğundan başı beladan hiç kurtulmuyordu ve sürekli yaralanıyordu ama her seferinde sevgili Nesrin Sarı tedavi ettirip büyük bir özen ve sevgi ile onu iyileştiriyordu.

Günler böyle geçerken, bir gün kapıdan içeriye 4 aylık olduğunu tahmin ettiğim, çok değişik bir yüzü ve inanılmaz muzur bakışları olan bir kedi girdi. "Merhaba sen de kimsin bakalım dedim" ve o hemen kucağıma atladı. Bu güzellik dükkanın hakimiyetini eline geçirmişti ve artık İnci içeri girmiyordu.

Bir akşam Nesrin Hanım, akşam kafese kitlemek üzere aradığı kedisini sormak üzere mağazaya geldi. O zaman öğrendim hikayeyi; yandaki bina yıkıldıktan sonra muhtemelen anneleri ölmüş olan iki yavru kedi molozların arasından çıkmış. Birisi sarı birisi de tekir. Nesrin Hanım, sarı olana Tarçın, diğerine Darçın adını vermiş. Tarçın yabani ve korkak bir erkek kedi. Darçın ise hayatımda gördüğüm en yaramaz, en muzur, en özel kedilerden birisi.

İşte Darçın ile aşkımız böyle başladı. Aramıza bir bağ oluştu. Gelmediği zaman çıkıp bahçede arar oldum. Ona yemekler hazırlar oldum. Nefes almasındaki düzensizliğini fark ettiğimde, videosunu çekip veterinere gönderdim, hasta olduğunda gece mağazada bıraktım. O kadar sevdim ki onu, evdeki kızım Bella'dan farkı yoktu benim için.

Ve bir süre sonra mağazayı kapatma kararı verildi. Nesrin Hanım ile tek derdimiz Darçın oldu. O kadar alışmıştık ki birbirimize, ne olacaktı Darçın. Şüphesiz Nesrin Hanım'ın ellerinde güvendeydi ve çok iyi bakılıyordu ama biz de birbirimize çok düşkündük. Sürekli peşimde dolaşır, beni hiç yalnız bırakmaz, kucağımda hatta başımın üzerinde yatardı. Evdeki kedim nedeni ile ben çok istememe rağmen onu eve alamadım ve çok uğraşmamıza rağmen sahiplendiremedik de.

Mağaza kapandıktan sonra Nesrin Hanım ile iletişim içinde kalıp Darçın'ı da soruyordum. Sonra bir gece rüyamda gördüm onu ve sabah hemen aradım. "Nasıl benim kızım" diye mutlu bir ses tonu ile. Meğer Darçın erkek kedilerin saldırısına uğramış, karda bir gece sokakta kalmış ve benim rüyamda gördüğüm gün yara bere içinde zor yürüyerek evin yolunu bulabilmiş ve kendini şefkatin kollarına bırakmış.

Ben üzülmeyeyim diye bana haber verilmemişti ama o zaten rüyama girip haber vermişti bana. Yaraları ilgi, güzel bir bakım ve şefkat sayesinde iyileşti. Nesrin Sarı ile Darçın kızımızı erkek kedilerden korumak için kısırlaştırmaya karar verdik fakat Darçın'ın nefes ritminde bir problem olduğu aşikardı ve narkozdan uyanamayabilirdi. Yine Nesrin Sarı, Darçın'a röntgenler çektirdi, çok koşturdu. Herkes bir şeyi yok dese bile biz riske atamadık. Darçın'ı belediye yerine sevgili Gürkan Gülanber'e götürerek ameliyatını profesyonel ellerde yaptırdık.

İyice iyileşene kadar Nesrin Sarı'nın evde baktığı Darçın, artık gündüzleri bahçeye çıkıyor ve arkadaşları ile oynuyordu.

Pazartesi günüydü... Birden aklıma düştü Darçın. Hemen aradım Nesrin Sarı'yı.... Ve öğrendim. Darçın çok hastalanmış. Benim eski mağazaya atmış kendisini, kusmuş ve bayılmış. Mağazada çalışanlar panik içinde belediyeyi aramışlar ve Darçınımızı barınak kliniğine göndermişler. Nesrin Sarı bunu öğlenden sonra Darçın'ı almak için bahçeye çıktığında öğrenmiş. Ertesi sabah barınağı aratarak hemen kızımızı geri istedik,

Gürkan Gülanber'e götürecektik.

Fakat kızımız geldiğinde artık bedeninin soğumaya başladığını gören Nesrin Sarı, onu  hemen yakın ve iyi bir kliniğe götürdü. Her türlü müdahale yapıldı...

Darçın'ı akşam kaybettik...

Darçın zehirlenmişti...

Umarsızca açığa atılan zehir yemişti ya da kasten yedirilmişti...

Ya cehalete ya da kötülüğe kurban gitmişti...

Darçın'a belediye kliniğinde müdahale edilmemişti...

Darçın için geç kalınmıştı...

İyilik yapmak isteyerek, son derece temiz kalplilikle belediyeye gönderilerek zehrin vücutta yayılmasına mahal verilmişti...

Darçın, Nesrin Sarı'nın seslenmesi ile Darçınko artık melek olmuştu...

Yüreklerimizi yakıp gitmişti...

Ben hala her gözümü kapattığımda onu görüyorum...

Evdeki kedime bakıyorum ve diyorum ki, bunların da şanslı doğanı, şanssız doğanı var, bunların da kaderi var...

Güle güle Darçınko bil ki seni çok sevdik, bil ki sana hakkımız helal...

Kötülerin olmadığı yerde, muzurluklarına devam et...

Bir Darçınko geçti hayatımdan, iki ay boyunca her gün beni güldüren, mutluluk veren...








19 Mart 2017 Pazar

HAYAT BAZEN ÇOK ŞEY...

Bir kaç sene öncesine kadar insanları, tepkileri, tavırları hatta karakterleri nedeni ile hiç çekinmeden yargılardım. Bunun aslında ne büyük bir kibir olduğunu hayat bana da o acımasız yüzünü gösterdiğinde anladım.


Ve bir gün kendimi, yargıladığım insanların, yargıladığım davranışlarının aynısını yaparken buldum.
Hayat bana empati yaptırmıştı.


O zamandan sonra insanları yargılamamaya, ne kadar çirkin olursa olsun bu davranışlarının sebebinin içerisinde bulundukları durumdan, ailelerinden, çevrelerinden, eğitimlerinden kaynaklandığını düşünmeye ve bu zamandan sonra daha sakin bir kişiliğe bürünmeye, kendimi ve başkalarını daha az üzmeye başladım.

Hayat bana yargılamamayı öğretmişti.

Kendimi de hayatımla ilgili hep yanlış kararlar vermiş olmakla suçlar dururdum. Kaybolmuş koca bir on sene, yanlış evlilik, yanlış iş, yanlış yatırım, yanlış kişiye güven, aşırı saflık, fazla iyi niyet, gereksiz güven vesaire vesaire..

Dibe vurduğumuzda kendimizi iyi hissetmemiz için başvurduğumuz iki yol vardır ya hani, ya kendimizi suçlamak ya da karşımızdakini.
Ben genelde her ikisini de yapardım. Karşımdaki suçlu ve ben zaten salaktım.

Sonra düşündüm, aynı koşullarda muhtemelen yine aynı kararları verirdim ve aynı şeyleri yapardım çünkü o zamanlarda onun doğru olduğuna inanıyordum. O zaman şimdiki aklım da yoktu, şimdiki duygularım da. Zaten şimdi ki aklım ve duygularım şüphesiz ki o kararlarımın sonucunda oluşmuştu.

Hayat bana yaşadıklarımı hazmetmeyi öğretmişti.


Son üç senedir hayatımın en zor zamanlarını yaşıyorum sanırım ve umarım hayatımın en zor zamanlarıdır. Çünkü daha zoru benim için altından kalkılamaz olabilir.

Sürekli olarak bitmek tükenmek bilmeyen bir dibe vuruş; tıpkı yüzme bilmeyen bir insanın suda çırpınışları gibi kurtulmaya çalıştıkça daha da dibe çöküş. ''Tam şimdi yüze çıkıyorum, artık bitti'' derken yine bir hayal kırıklığı ve yeni çare arayışları.

Önceleri inatçıydım, olmayan bir şeyi oldurmaya çalışmak için çok vakit harcardım, kendimle inatlaşırdım  ama  bu dibe çöküşlerin bana kazandırdığı olgunluklardan birisi de olmayacak bir şeyi hemen kesmek ve yeni bir yola çıkmaktı.

Hayat bana vazgeçmeyi öğretmişti.

Geçirmiş olduğum major depresyon hastalığının sonucunda bazı şeyleri tek başımıza atlatamayacağımızı ve yardım almamız gerektiğini gördüm. Aslında düşündüğümüz kadar güçlü olmayabilirdik fakat sanırım sadece güçlü durmaya çalışıyorduk. Bu süreçte aldığım yardım, olaylara daha farklı bir bakış açısı ile bakmamı sağlamıştı.

Hayat bana yardım istemeyi öğretmişti.


Hiç vazgeçmeden aslında vazgeçme lüksüm de olmadığından yeni işler yapmayı denedim. Önüme çıkan her fırsatı değerlendirmeye çalıştım. Yanlıştı, doğruydu fakat bıkmadan ve hep umut ederek mücadele etmeyi sürdürdüm. Yoruldum, umutsuzluğa düştüm ama devam ettim.

Hayat bana mücadele etmeyi öğretmişti.


Her birimiz çok zor hayatlar yaşıyoruz, hele ki bu ülkede koca bir kaos içerisinde münferit sorunlarımız ile mücadele etmeye çalışıyoruz. Çok zorlanıyoruz. Güçsüzleşiyoruz. Inancımızı kaybediyoruz. Sağlığımızı kaybediyoruz. Sığınacak şeyler arıyoruz. Kimimiz alkole, kimimiz tanrıya, kimimiz nefrete, kimimiz başka bir insana sığınıyoruz.

Hepimiz başka şekillerde çare arıyoruz.

Tüm bunların arasında  çok değişiyoruz, bambaşka insanlar haline geliyoruz.

Hayatta kalmaya çalışıyoruz.

Hem yıpranıyoruz, hem öğreniyoruz, hem de büyüyoruz.

Neyse..

Zaten hava da kapkara ve karamsar.

En iyisi bir film ya da bir kitap ve  bir fincan kahve...









15 Mart 2017 Çarşamba

UZAYLI İSTİLASI

Kendimin de mensup olduğu hatta aslına bakarsanız mensup olmaktan da gurur duyduğu Türk Milleti; kimine göre barbar, kimine göre asil, kimine göre devlet kurucu, kimine göre çılgın bana göre acil rektifiye edilmesi gereken bir millet.

Artık şaşırmam dedikçe her gün hata günde bir kaç kez şaşırtan bir millet.

Koskoca bir yalanın sebep olduğu bir saçmalığa koşan saçma insanlar topluluğu haline gelmiş bir millet.

Inanır mısınız, en son yaşanan Hollanda krizinden sonra soy ağacımı araştırma ihtiyacı duyuyorum ve bir çoğunuz gibi ben de kendimi bu insanlarla aynı milleti bırak aynı ülkenin vatandaşı hatta aynı canlı türü olmadığımı düşünüyorum.

Bence bu milletin yarısı  uzaylı.

Ama acaba hangi yarısı?

Vatanseverliği çatıdan F16'ya atlamaya çalışmak, tankın önüne yatmak, bombalara koşmak ve "demokrasi nöbeti" adı altında ne yaptığını bilmeden halay çekmek sananlar,

Düşünmeye, sorgulamaya üşenenler,

Eyyy ünlemini duyar duymaz sokağa dökülenler,

Almanya'yı protesto etmek için Alman markası makam arabasının amblemini kapatanlar,

Cesaretini şüpheli bomba paketine tekme atmakla gösterenler,

Hollanda'ya kızgınlığını portakal bıçaklamakla gösterenler,

Hollanda polisini arayarak mehter marşını dinletip yaptığı bu üstün zeka gerektiren şeyi sosyal medyaya yayanlar,  kesinlikle uzaylı olanlar.

Düşünüyorum, araştırıyorum, okuyorum fakat Dünya'da bir canlıyı bu duruma getirebilecek bir ortam, besin ya da ilaç bulamıyorum.

Korkarım biz uzaylı istilasına uğradık.

Eyyy, NASA senin de bu işte parmağın var mı?