4 Aralık 2016 Pazar
SENİN EVLADIN HİÇ YANDI MI?
Bir kaç gün önce duyduğumuz bir haberle hepimizin yürekleri yandı cayır cayır. Aladağ'da Süleymancılara ait bir kız yurdunda yangın çıkmış ve küçücük kızlar, binadan çıkamayarak, yanarak can vermişlerdi.
O kız çocukları kadar bizler de yandık.
Yandığımız çocuklar mıydı, ülkenin geldiği hal miydi belli değil ama karmaşık duygular içerisindeydik hepimiz.
Tam olarak bir çoğumuz Aladağ neresidir, bu çocuklar neden bu yurttadır bilmiyorduk fakat hepimiz ailelerin davacı olmalarını umuyor ve istiyorduk. Ailelerin davacı olmadığını duyduğumuzda da, acımız öfkeye döndü ve sosyal medyada öyle paylaşımlar yapılmaya başlandı ki, bir kez daha toplumumuzdaki empati eksikliği büyük bir şiddetle kendisini gösterdi. Herkes ailelere lanetler yağdırıyor hatta çok ileri giderek çocuklarının yanmasının mustahak olduğunu söylüyordu.
Neden? Çocuklarını bir cemaat yurduna verdikleri için ve davacı olmadıkları için.
Peki, Aladağ'daki gerçek neydi?
Kimsenin umurunda mıydı?
Aladağ'daki gerçek , ilçeye bağlı bir çok köydeki çocukların tek gidebileceği ortaokulun orada olmasıydı. Eğer aile çocuğunun ortaokul okumasını istiyorsa Aladağ'a göndermek zorundaydı. Peki Aladağ neredeydi, köyden bir buçuk saat uzaklıktaydı. Peki servis var mıydı, hayır yoktu. Peki bu ailelerin çocuklarını bir yurda vermekten başka çareleri var mıydı, hayır yoktu. Bu ailelerin ve çocukların zor durumunun tam bir trajediye döndüğü nokta da ilçede devlete ait bir yurt olmamasıydı ve tek yurdun yanan, denetimsiz ve Süleymancılara ait ve üstelik ücretsiz hizmet veren seçenek olmasıydı. Elbette aileler bunu mutlulukla karşılamışlardır, düşünsenize hem din eğitimi alacakları, hem ücretsiz bir yere emanet ettiler kuzucuklarını.
Ailelerin bu acıyı hak etmesi için hiçbir sebep yok burada. Burada sadece büyük bir çaresizlik, fakirlik ve cahillik var. Takdir edilmesi gereken aileler var. Elektrik yok, yol yok, iş yok fakat çocuklarını okutmaya çalışan aileler var.
Asla olmadığımız bir durumda olan insanları anlamakta ne kadar güçlük çekiyoruz, değil mi? Buraya kadar tamam ama neden davacı olmadılar dediğinizi duyar gibiyim.
Bize göre iyi avukatlarla davacı olurlarsa belki de aldıkları paradan çok daha büyük tazminat alacaklar ya da bu sistemde davayı kazanamayacaklar ama yine de çocukları için savaşmalılardı. Gerçek şu ki; oradaki insanlar ile bizim ne şartlarımız, ne yaşam biçimimiz ne de bilgimiz eşit değil. O insancıklar nasıl dava edeceklerini ve ne kadar süreceğini bilmiyorlardır bile.
Olay gerçekleşir gerçekleşmez hemen ailelere ulaşan yetkililer, acılarını paylaşıp, bir kaç güzel laf edip, biraz da dava ederlerse kazanamayacaklarından, yıllar süreceğinden, bir sürü masraf çıkacağından zaten her hangi bir ihmal olmadığından bahsetmişse, bu insanların çok da bilgili olmadıkları bu konuda, söylenenlere inanması çok doğaldır.
Hiç bir anne babaya çocuğunun ölümü mustahak değildir. Hiç bir anne baba bu acıya dayanamaz. Öfkeliyiz ama onların yaşadıkları acının yarısını bile yaşamamışızdır. Ülkede kimsenin ruh sağlığı yerinde değil artık ve herkes çok öfkeli fakat bu düşüncelere sahip olmak kötü kalpliliktir.
Kimsenin aklına geldi mi o yetkililerden önce ailelere ulaşmak ve onlara tüm süreç boyunca yanınızdayız, maddi yardım yapacağız, avukatları bulacağız, bakın şu şu ihmaller var, bu Allah'ın takdiri değil bir cinayettir demek?
Kimsenin aklına geldi mi bu ailelere hemen ulaşıp yanlarında durmak, oraya gelen idarecilerin karşısına dikilmek?
Bizlerin sosyal medyada yaptığımız paylaşımları görmüyor bu aileler. Görseler bile onlar çoktan inandırıldı.
Hadi bir araya gelelim, parası olan finans desteği versin, vakti olan çalışsın, köy köy dolaşalım insanları bilgilendirelim, bilmedikleri gerçekleri anlatalım, sofralarına oturalım, çocuklarına burs sağlayalım, kadınlara iş öğretelim desek, kaç kişi inanarak, çıkarsız olarak "ben varım" der. Çok az kişi. Çünkü yazmak, çizmek, sövmek çok daha kolay!
Şimdi size soruyorum;
Siz hiç bu kadar çaresiz kaldınız mı? Siz hiç bu kadar cahil bırakıldınız mı? Siz hiç bu kadar fakir oldunuz mu?
22 Kasım 2016 Salı
İYİ YAŞAM GÖRGÜSÜ
İyi yaşamın da görgüsü olur mu demeyin, olur efendim, iyi yaşamayı bilmenin de bir görgüsü vardır.
Günümüz "Yeni Türkiye"sinde iyi yaşam algısının kişiden kişiye nasıl değiştiğini gözlemlemek çok kolaylaştı. Binin arabanıza Bahçeşehir'den TEM'i takip ederek Sabiha Gökçen Havalimanı'na kadar gidin, imkanınız yoksa da Beylikdüzü'nden metrobüse binin ve Söğütlüçeşme'ye kadar gidin. Yol üzerinde etrafınızı seyrederek yeni iyi yaşam görgüsü ile tanışın.
Sağımızın, solumuzun, önümüzün, arkamızın, içerisinde yüzlerce binlerce daire olan, bizim konforunuz ve yaşam kalitemizin düşünülerek, bol bol ve rahat rahat tüketebilelim diye alt katımızda alışveriş merkezi bulunan, şehrin diğer kısımlarına gitmeye zahmet etmeyelim, kapsülde kalalım diye en güzel lokantaların ayağımıza getirildiği, yapay konsantre modern dikine gelişmiş çirkin yerleşkelerin ve burada "çok iyi yaşamları" olan ve hayalleri buralarda yaşamak olan insanlarla dolduğunu görün.
Fikirtepe İstanbul'da kentsel dönüşümün hızlı ve geniş kapsamlı bir şekilde uygulandığı yerlerden birisi. Kentsel dönüşüm iyi bir şey elbette ve destekliyorum, çarpık yapılaşmanın şehre ve yaşam standartlarına verdiği zararı inkar etmiyorum fakat kentsel dönüşüm güzel de Fikirtepe neye dönüşüyor?
Kat karşılığı parsel parsel alınmış arsalar üzerine birbiriyle alakası olmayan mimaride, kocaman, yüksek ve heybetli modern dikine yerleşkelere dönüşüyor. Bu yerleşkeler o kadar iyi yaşamlar sunuyorlar ki, dairelerin fiyatları milyonlarla telaffuz ediliyor bizim Fikirtepe'de.
Peki ya Fikirtepe tamamı ile bir blok ya da sokak planı doğrultusunda kentsel dönüşseydi. Mesela kat yüksekliği beş ya da altı olsaydı. Ortak bahçeli küçük siteler, her sokağın başında bir çocuk parkı, orta yerde koca bir park, yemyeşil, ağaçlık. Hafta sonları evinizden çıkıp yürüyerek gidebileceğiniz yeşil alan olsaydı. Otoban kenarlarındaki duvarlardaki çiçeklerin yerde yetişmiş halleri olsaydı kaldırım kenarlarında. Sokağınızda otobüs durağı olsaydı, her yere toplu taşıma ile ulaşabilme lüksünüz olsaydı, çok daha huzurlu ve "iyi yaşam" sunan bir kentsel dönüşüm olmaz mıydı?
Her yere toplu taşıma ile ulaşabilme lüksü derken, bunun büyük bir lüks ve "iyi yaşam" gerekliliği olduğunu da savunmak istiyorum ve soruyorum; iyi yaşam, vergisiyle, bakımıyla sürekli masraf çıkartan üstelik onunla bir yere giderken saatlerinizi yani yaşamınızı harcadığınız, üzerine bir de sinir hastası olduğunuz arabanıza mecbur olmak mıdır yoksa hızlı ve rahat bir şekilde daha az yaşam ve para harcayarak her yere toplu taşıma ile ulaşabilmek midir? Kuşkusuz hepimizin parasının da zamanında da çok kıymetli olduğunu düşünürsek doğru cevap toplu taşıma olmalıdır.
İyi yaşamanın en önemli göstergelerinden birisi de kuşkusuz çocuğu özel okullarda okutmak haline geldi ki, devletimin okullarında makul sınıf mevcutları ile kaliteli eğitim verilmesi iyi yaşamın gerekliliklerindenken.
Tüm şehirlerimiz ve ülkemiz maalesef görgüsüzce zenginleşen bir zümrenin elinde görgüsüzce büyüyor ve "iyi yaşam" tanımı lüks yerleşkeler, dört teker ve özel eğitimler ile çerçevelendiriyor. Şehirlerimizde, şehircilikten çok uzak insanların elinde bize hapishaneler, tüketim ve kibir sunuluyor.
Benim için iyi ve huzurlu yaşam asansörle otoparka inip, arabama binip, trafikte saatlerimi harcadıktan sonra gideceğim yere varmak ve her sene okula gelecek zam oranını takip etmek değil, evimden çıkıp, durağa yürüyerek, ucuz ve hızlı bir şekilde gideceğim yere ulaşmak ve çocuğumun mahallemdeki semt okulunda güvenli bir ortamda kaliteli eğitim aldığını bilmektir, her an her yerde bir saldırıda ölebileceğimi düşünmemektir.
İyi yaşamdan her gün biraz daha uzaklaştırıldığımız ülkemde, milletimin iyi yaşam görgüsünün ve iyi yaşam gösterişinin arasındaki tezatı anlaması dileği ile...
13 Ekim 2016 Perşembe
EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ ERKEĞİNDİR !
Yıllar önce iş için Mısır'a gitmiştim, hayatımın en kötü seyahatlerinden birisiydi. Malum çok ve yalnız seyahat eden iş kadınları olarak, bir çok şeyi yalnız yapma alışkanlığına sahip oluyoruz. Mesela koşuşturma sırasında bir yerde yemek yiyebiliyor ya da bir kahve ile soluklanabiliyoruz, gece bir yere gidip bir kadeh şarap içip müzik dinleyebiliyoruz. Mısır'da tabi akşam dışarı çıkmayı aklımdan bile geçirmedim fakat koşuşturma arasında bir beş yıldızlı otelin kafesine oturup bir kahve içip dinlenmek istedim.
Aman Allahım!
O sıralar sanırım yirmi altı yaşlarındaydım ve dört - beş senedir seyahat ediyordum fakat hayatımda hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştım. Bakış, laf, göz kırpma tacizleri arasında kahvemi içerken düşündüğüm şey esmer olamama rağmen niye böyle yaptıklarıydı... Velhasıl seyahatim bitti ve nefret duygularımla dönüşümü de bir gün öne çekerek havalimanına gitmek üzere taksiye bindim. Yalan söylemiyorum taksinin arka camları yoktu fakat konumuz bu değil. Taksiciye döneceğim hava yolu şirketini söyledim ki o da beni ona göre doğru terminale bıraksın. Biliyorum dedi Mısırlı gençten ve sürekli şarkı söyleyen taksici. Neyse, havalimanına geldik, ben baktım ufak bir terminal ve yanlış terminale geldiğimizi düşünerek, emin olup olmadığı sordum, eminim dedi. Sen bekle ben içeri girene kadar dedim, sanki içime doğmuş gibi, balık burcuyum ya, önsezilerimiz güçlüymüş hani. Gerçi durumun pek iç güdü ile de alakası yoktu, ben ufak ve az kullanılan bir terminalim diye bağırıyordu bina. Benim inmemle taksinin gitmesi bir oldu, belli ki anlamamıştı ya da paranın üzerini vermek istememişti. Sonuçta oranın özel uçak terminali olduğunu, taaa uzakta ışıkları gözüken terminale gitmem gerektiği söylendi. Gideyim, gideyim tamam da nasıl? Bu arada saat sabaha karşı 3 sıraları. Taksi sordum ama namümkün, yok. Baktım ileride polisler var. Koştum hemen polis kardeşlerin yanına, terminale nasıl gidebileceğimi, araç nasıl bulabileceğimi sordum. Ne zaman ki, polis bıyığını kıvırarak bana Arapça bir şeyler söyledi ve polis arabasını gösterdi, o zaman nasıl bir vahim durumda olduğumu anladım. El mahkum, uzakta ışıkları gözüken ve arada koskocaman bir otopark olan terminale yürümeye başladım karanlıkta, tedirgince. On dakika kadar sonra bir taksiye denk gelerek terminale ulaştım ve canım, medeni ülkeme döndüm. Gerçekten havalimanında yeri öpesim geldi.
Evet, medeni ülkeme dönmüştüm. Polislerin bıyık kıvırmadığı, tek başıma oturup kahve içebildiğim, sabaha karşı bile Taksim'de, Kadıköy'de yalnız yürüyebildiğim canım ülkeme dönmüştüm. Mısır'daki gibi erkeklerin her şeye hakkı olduğunu düşündüğü, beni bakışlarıyla, laflarıyla taciz ederken utanmayan, her kadına sahip olma hakkını kendinde gören erkeklerin çevremizde olmadığı, olsa da az olduğu güzel, medeni kadına alışkın memleketim.. Avrupai memleketim, saygılı insanım benim. Nasıl yani demeyin, Kahire tecrübemden sonra İstanbul bana dünyanın en medeni şehri gibi gözükmüştü.
Aynı zamanlarda canım ülkemde genel seçimler yapılacaktı ve benim canım medeni ülkem yavaş yavaş Mısırlaşacaktı, Araplaşacaktı hatta Arap dolacaktı. Otobüste dayak yiyen fortçular gibi adamlarla dolacaktı her yer ve bu sefer dayak yemeyeceklerdi. Yükseleceğine, gerileyecekti. Bir kabusun içerisine çekilecekti. Kadın olarak değişen "Yeni Türkiye"de her günümüz benim Mısır seyahatimin kopyası olacaktı...
Peki bu erkekler neredeydi, düşüncelerini bastırıyorlar mıydı, yoksa son on beş senede düşünceleri mi değişti.
"Rakı içiyordu, hak etti"
"Gece dışarıdaydı, hak etti"
"O da bana karşılık verdi sandım, hak etti"
"Bana güldü, benimle sohbet etti, demek ki hak etti"
"Dekoltesi vardı, hak etti"
Hatta;
"Başı açıktı, hak etti"
Bizim daha genç zamanlarımızda, çocukluk zamanlarımızda erkekler de böyle mi düşünüyordu yoksa biz bu düşünce yapısının çok uzağında mı yaşıyorduk da zaman geçtikçe birbirmize yaklaştık.
Belki de büyüyünce fark ettik...
Dünyanın bir çok yerini görmüş bir kadın olarak, her gün bir Ortadoğu ülkesinde olmanın kabusunu yaşıyorum. Tedirginim, korkuyorum, yürürken arkamı kolaçan ediyorum. Karanlıksa elimden biber gazımı eksik etmiyorum. Yeni insanlarla tanışmaktan korkuyorum, yeni tanıştığım insanların yanında politik, dini düşüncelerimi belli etmemeye çalışıyorum.
Çünkü erkekler; dinle ilgili bir yorumunuzdan dolayı üzerine yürüyebilir, şortunuzdan dolayı tekme atabilir, dekolteniz var diye dövebilir, siyasi görüşünüz nedeni ile hakaret edebilir, dokunabilir, tecavüz edebilir, itebilir, kakabilir...
Çünkü Yeni Türkiye'de egemenlik kayıtsız şartsız erkeğin!
Aman Allahım!
O sıralar sanırım yirmi altı yaşlarındaydım ve dört - beş senedir seyahat ediyordum fakat hayatımda hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştım. Bakış, laf, göz kırpma tacizleri arasında kahvemi içerken düşündüğüm şey esmer olamama rağmen niye böyle yaptıklarıydı... Velhasıl seyahatim bitti ve nefret duygularımla dönüşümü de bir gün öne çekerek havalimanına gitmek üzere taksiye bindim. Yalan söylemiyorum taksinin arka camları yoktu fakat konumuz bu değil. Taksiciye döneceğim hava yolu şirketini söyledim ki o da beni ona göre doğru terminale bıraksın. Biliyorum dedi Mısırlı gençten ve sürekli şarkı söyleyen taksici. Neyse, havalimanına geldik, ben baktım ufak bir terminal ve yanlış terminale geldiğimizi düşünerek, emin olup olmadığı sordum, eminim dedi. Sen bekle ben içeri girene kadar dedim, sanki içime doğmuş gibi, balık burcuyum ya, önsezilerimiz güçlüymüş hani. Gerçi durumun pek iç güdü ile de alakası yoktu, ben ufak ve az kullanılan bir terminalim diye bağırıyordu bina. Benim inmemle taksinin gitmesi bir oldu, belli ki anlamamıştı ya da paranın üzerini vermek istememişti. Sonuçta oranın özel uçak terminali olduğunu, taaa uzakta ışıkları gözüken terminale gitmem gerektiği söylendi. Gideyim, gideyim tamam da nasıl? Bu arada saat sabaha karşı 3 sıraları. Taksi sordum ama namümkün, yok. Baktım ileride polisler var. Koştum hemen polis kardeşlerin yanına, terminale nasıl gidebileceğimi, araç nasıl bulabileceğimi sordum. Ne zaman ki, polis bıyığını kıvırarak bana Arapça bir şeyler söyledi ve polis arabasını gösterdi, o zaman nasıl bir vahim durumda olduğumu anladım. El mahkum, uzakta ışıkları gözüken ve arada koskocaman bir otopark olan terminale yürümeye başladım karanlıkta, tedirgince. On dakika kadar sonra bir taksiye denk gelerek terminale ulaştım ve canım, medeni ülkeme döndüm. Gerçekten havalimanında yeri öpesim geldi.
Evet, medeni ülkeme dönmüştüm. Polislerin bıyık kıvırmadığı, tek başıma oturup kahve içebildiğim, sabaha karşı bile Taksim'de, Kadıköy'de yalnız yürüyebildiğim canım ülkeme dönmüştüm. Mısır'daki gibi erkeklerin her şeye hakkı olduğunu düşündüğü, beni bakışlarıyla, laflarıyla taciz ederken utanmayan, her kadına sahip olma hakkını kendinde gören erkeklerin çevremizde olmadığı, olsa da az olduğu güzel, medeni kadına alışkın memleketim.. Avrupai memleketim, saygılı insanım benim. Nasıl yani demeyin, Kahire tecrübemden sonra İstanbul bana dünyanın en medeni şehri gibi gözükmüştü.
Aynı zamanlarda canım ülkemde genel seçimler yapılacaktı ve benim canım medeni ülkem yavaş yavaş Mısırlaşacaktı, Araplaşacaktı hatta Arap dolacaktı. Otobüste dayak yiyen fortçular gibi adamlarla dolacaktı her yer ve bu sefer dayak yemeyeceklerdi. Yükseleceğine, gerileyecekti. Bir kabusun içerisine çekilecekti. Kadın olarak değişen "Yeni Türkiye"de her günümüz benim Mısır seyahatimin kopyası olacaktı...
Peki bu erkekler neredeydi, düşüncelerini bastırıyorlar mıydı, yoksa son on beş senede düşünceleri mi değişti.
"Rakı içiyordu, hak etti"
"Gece dışarıdaydı, hak etti"
"O da bana karşılık verdi sandım, hak etti"
"Bana güldü, benimle sohbet etti, demek ki hak etti"
"Dekoltesi vardı, hak etti"
Hatta;
"Başı açıktı, hak etti"
Bizim daha genç zamanlarımızda, çocukluk zamanlarımızda erkekler de böyle mi düşünüyordu yoksa biz bu düşünce yapısının çok uzağında mı yaşıyorduk da zaman geçtikçe birbirmize yaklaştık.
Belki de büyüyünce fark ettik...
Dünyanın bir çok yerini görmüş bir kadın olarak, her gün bir Ortadoğu ülkesinde olmanın kabusunu yaşıyorum. Tedirginim, korkuyorum, yürürken arkamı kolaçan ediyorum. Karanlıksa elimden biber gazımı eksik etmiyorum. Yeni insanlarla tanışmaktan korkuyorum, yeni tanıştığım insanların yanında politik, dini düşüncelerimi belli etmemeye çalışıyorum.
Çünkü erkekler; dinle ilgili bir yorumunuzdan dolayı üzerine yürüyebilir, şortunuzdan dolayı tekme atabilir, dekolteniz var diye dövebilir, siyasi görüşünüz nedeni ile hakaret edebilir, dokunabilir, tecavüz edebilir, itebilir, kakabilir...
Çünkü Yeni Türkiye'de egemenlik kayıtsız şartsız erkeğin!
18 Eylül 2016 Pazar
TAHAMMÜLSÜZLÜKLER DİYARI...
Dünyaya farklı pencerelerden bakmak çok klasik ama bir o kadar da doğru bir sözdür. Farklı görüşlere sahip olmak, farklı tepkiler vermek, farklı inançları özümsemiş olmak demektir.
Bu bir zenginliktir. Düşünsenize herkesin aynı dünya görüşüne, aynı fikre sahip olduğunu.
Ne kadar da tatsız ve renksiz olurdu hayat.
Düşünsenize bir sürü farklı insanın bir arada sohbet ettiğini ve herkesin birbirinin düşüncesine saygı duyduğunu... Düşündünüz mü?
Ne kadar da tatlı bir görüntü değil mi? Ayyy ne kadar pespembe, ne kadar mutlu, ne kadar şeker... Ancak hayal edebilirsiniz böyle bir görüntüyü çünkü maalesef özellikle yaşadığımız ülkede böyle bir tablo kalmadı.
Herkes diğerine öteki, herkes diğerine saygısız, herkes diğerine yanlış. Hatta o kadar yanlış ki, yok edilmeli, sindirilmeli, dövülmeli, üzerine yürünmeli...
Bir kişi sadece bir ya da iki düşüncenizden dolayı sizin üzerinize öldürmek ya da dövmek için yürüyorsa işte siz "Tahammülsüzlükler Diyarı"na girmiş bulunuyorsunuz. Bu cesarete sahipse Türkiye'de yaşıyorsunuz.
Her gün daha önce hiç yaşamadığımız olaylar yaşamaya başladık. Bu kadar tahammülsüzlük ve bundan ileri gelen şiddet ancak ne olduğunu farketmemiş olan kör cahilliğin sonucudur.
Hayatında belki bir kitap bile okumamış, hayatını kazandığı mesleği dışında bir konu üzerinde bile araştırma bile yapmamış, entellektüel hiç bir donanıma sahip olmamış ve bunu önemsememiş, ihtiyaç duymamış insanlar etrafımızı sarıyor. Ne kadar kaçarsak kaçalım onların saygısızlığı, cahilliği, tahammülsüzlüğü ve şiddeti ile karşılaşıyoruz.
Bu insanlarla tartışamazsınız, bu insanlarla anlaşamazsınız, bu insanlara kendinizi ifade edemezsiniz...
Onlara göre tek doğru kendileridir.
Hayatta istediği yere gelememiş insanların sahip olduğu aşağılık duygusu ve cehaletin vermiş olduğu yüksek ego bir araya geldiğinde karşınıza bir canavar çıkar ve onu ehlileştirmek imkansızdır.
Canavarların tahamülsüzlük diyarından uzak durmak tek seçenektir ama...
Peki bu diyar bizim ülkemizse?
Bu bir zenginliktir. Düşünsenize herkesin aynı dünya görüşüne, aynı fikre sahip olduğunu.
Ne kadar da tatsız ve renksiz olurdu hayat.
Düşünsenize bir sürü farklı insanın bir arada sohbet ettiğini ve herkesin birbirinin düşüncesine saygı duyduğunu... Düşündünüz mü?
Ne kadar da tatlı bir görüntü değil mi? Ayyy ne kadar pespembe, ne kadar mutlu, ne kadar şeker... Ancak hayal edebilirsiniz böyle bir görüntüyü çünkü maalesef özellikle yaşadığımız ülkede böyle bir tablo kalmadı.
Herkes diğerine öteki, herkes diğerine saygısız, herkes diğerine yanlış. Hatta o kadar yanlış ki, yok edilmeli, sindirilmeli, dövülmeli, üzerine yürünmeli...
Bir kişi sadece bir ya da iki düşüncenizden dolayı sizin üzerinize öldürmek ya da dövmek için yürüyorsa işte siz "Tahammülsüzlükler Diyarı"na girmiş bulunuyorsunuz. Bu cesarete sahipse Türkiye'de yaşıyorsunuz.
Her gün daha önce hiç yaşamadığımız olaylar yaşamaya başladık. Bu kadar tahammülsüzlük ve bundan ileri gelen şiddet ancak ne olduğunu farketmemiş olan kör cahilliğin sonucudur.
Hayatında belki bir kitap bile okumamış, hayatını kazandığı mesleği dışında bir konu üzerinde bile araştırma bile yapmamış, entellektüel hiç bir donanıma sahip olmamış ve bunu önemsememiş, ihtiyaç duymamış insanlar etrafımızı sarıyor. Ne kadar kaçarsak kaçalım onların saygısızlığı, cahilliği, tahammülsüzlüğü ve şiddeti ile karşılaşıyoruz.
Bu insanlarla tartışamazsınız, bu insanlarla anlaşamazsınız, bu insanlara kendinizi ifade edemezsiniz...
Onlara göre tek doğru kendileridir.
Hayatta istediği yere gelememiş insanların sahip olduğu aşağılık duygusu ve cehaletin vermiş olduğu yüksek ego bir araya geldiğinde karşınıza bir canavar çıkar ve onu ehlileştirmek imkansızdır.
Canavarların tahamülsüzlük diyarından uzak durmak tek seçenektir ama...
Peki bu diyar bizim ülkemizse?
13 Eylül 2016 Salı
SORUN SENDE DEĞİL BENDE
En başarılı olduğum özelliklerden birisi gözlemciliğimdir, Çok iyi bir gözlemci olduğumu ve gözlemlediklerimi iyi analiz ettiğimi düşünürüm.
Neden başarılı ilişkiler altına imza atamadığımın sebebini bulmak için bir süre önce gözlem yapmaya ve etrafımdaki tanıdığım, tanımadığım, yeni tanıştığım kadın ve erkekleri incelemeye başladım ve bulguları kendi tecrübelerim ile karşılaştırarak analiz ettim.
Kadın değerlendirmelerimin sonunda, başarılı ilişkide olması gereken kadın profilini keşfettim.
Aşağıdakilerden en az üç tanesi bir kadında olmalı;
Sosyal medyadaki profilleri evcil hayvanımızın fotoğrafları ile doldurmalı ve o fotoğraflarda kedimizin ya da köpeğimizin üzerini örtmeli kafasına fiyonk takmalı, fotoğrafın altına çocuk dili ile notlar yazmalı, kalpler koymalı.
Bir adamdan hoşlanıyorsak, görüşmek istediğinde hemen görüşmemeli, kaçmalı ki kovalanmalı.
Gizemli kadın olmalı.
Sevgili ile çocuk diliyle konuşulmalı.
Doğum günümüzü unutunca, hediye almayınca arıza çıkartmalı hatta ayrılık sebebi saymalı. Maazallah kesinlikle "Olabilir yoğun hayatlarımızda neyi unutmuyoruz değil mi? Önemli olan hediye değildir, bir bakış daha değerlidir" gibi saçmalıklara inanmamalı.
Sevgilinin sosyal medyadaki hesaplarına "canım sevgilim, aşkım, seni seviyorum, hayatımın anlamı" gibi şeyler yazmalı.
İlişki durumumu hemen değiştirmeli ve kalpler paylaşılmalı, aşkımız herkese duyurulmalı.
Sevgili günde en az üç kez aranmalı, meşguldür rahatsız etmeyeyim gibi sakıncalı düşüncelere kapılmamalı, ne olursa olsun bize ayıracak vakti olmalı yoksa küsmeli, hediyesiz barışmamalı.
Aşık olmadan da ilişki yürütülebilmeli, aşık gibi davranabilmeli.
Aşık olduk diye, her yalana, her hataya bahane bulmamalı, her gidişinden sonra geldiğinde buyur etmemeli, iyileştiğinde gideceğini bile bile, iyileşmesine yardım etmemeli.
İlk buluşmada olmazsa ikincide kesin arabası, evi olup olmadığı, işi ve geliri hakkında bilgi edinilmeli.
Erkeklere baktığımda ise;
Yukarıda anlatılan özelliklere sahip kadınları tercih ettiklerini gördüm çünkü erkekler aslında korkakmış, cesur değilmiş, üstün olma takıntıları varmış ve bunu hissettiren kadınlarla olup, benim gibileri özlemeyi seçerlermiş
Sonuç;
Sorun bende...
Neden başarılı ilişkiler altına imza atamadığımın sebebini bulmak için bir süre önce gözlem yapmaya ve etrafımdaki tanıdığım, tanımadığım, yeni tanıştığım kadın ve erkekleri incelemeye başladım ve bulguları kendi tecrübelerim ile karşılaştırarak analiz ettim.
Kadın değerlendirmelerimin sonunda, başarılı ilişkide olması gereken kadın profilini keşfettim.
Aşağıdakilerden en az üç tanesi bir kadında olmalı;
Sosyal medyadaki profilleri evcil hayvanımızın fotoğrafları ile doldurmalı ve o fotoğraflarda kedimizin ya da köpeğimizin üzerini örtmeli kafasına fiyonk takmalı, fotoğrafın altına çocuk dili ile notlar yazmalı, kalpler koymalı.
Bir adamdan hoşlanıyorsak, görüşmek istediğinde hemen görüşmemeli, kaçmalı ki kovalanmalı.
Gizemli kadın olmalı.
Sevgili ile çocuk diliyle konuşulmalı.
Doğum günümüzü unutunca, hediye almayınca arıza çıkartmalı hatta ayrılık sebebi saymalı. Maazallah kesinlikle "Olabilir yoğun hayatlarımızda neyi unutmuyoruz değil mi? Önemli olan hediye değildir, bir bakış daha değerlidir" gibi saçmalıklara inanmamalı.
Sevgilinin sosyal medyadaki hesaplarına "canım sevgilim, aşkım, seni seviyorum, hayatımın anlamı" gibi şeyler yazmalı.
İlişki durumumu hemen değiştirmeli ve kalpler paylaşılmalı, aşkımız herkese duyurulmalı.
Sevgili günde en az üç kez aranmalı, meşguldür rahatsız etmeyeyim gibi sakıncalı düşüncelere kapılmamalı, ne olursa olsun bize ayıracak vakti olmalı yoksa küsmeli, hediyesiz barışmamalı.
Aşık olmadan da ilişki yürütülebilmeli, aşık gibi davranabilmeli.
Aşık olduk diye, her yalana, her hataya bahane bulmamalı, her gidişinden sonra geldiğinde buyur etmemeli, iyileştiğinde gideceğini bile bile, iyileşmesine yardım etmemeli.
İlk buluşmada olmazsa ikincide kesin arabası, evi olup olmadığı, işi ve geliri hakkında bilgi edinilmeli.
Erkeklere baktığımda ise;
Yukarıda anlatılan özelliklere sahip kadınları tercih ettiklerini gördüm çünkü erkekler aslında korkakmış, cesur değilmiş, üstün olma takıntıları varmış ve bunu hissettiren kadınlarla olup, benim gibileri özlemeyi seçerlermiş
Sonuç;
Sorun bende...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)